"Türk Kültüründe Hikmet Söyleme Geleneği " İLESAM CUMARTESİ SOHBETLERİ ve ŞİİR DİNLETİSİ ( 18 Şubat 2017)

 / ETKİNLİKLERİMİZ

 Türk Kültüründe Hikmet Söyleme Geleneği 

İLESAM CUMARTESİ SOHBETLERİ ve

ŞİİR DİNLETİSİ


( 18 Şubat 2017)


"Türk Kültüründe Hikmet Söyleme Geleneği "

Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği'nin Cumartesi toplantılarından biri daha 18 Şubat 2017 tarihinde İLESAM Kültür Evi'nde gerçekleştirildi.      

Katılımcılar tarafından ilgiyle izlenmekte olan bu etkinliklerde edebiyat, sanat, kültür ve aktüel konular konuşulmaktadır. 

Görüntünün olası içeriği: 2 kişi

İLESAM Genel Başkan Yardımcısı İlter Yeşilay’ın yaptığı açılış konuşmasıyla başlayan program, Prof. Dr. Mustafa Sever’in "Türk Kültüründe Hikmet Söyleme Geleneği "konusunu anlatması ile devam etti.

Görüntünün olası içeriği: 2 kişi 

“Türk Kültüründe Hikmet Söyleme Geleneği”ni Ahmet Yesevî, Taberî, Reşîd Rıza, Seyyid Şerif el-Cürcânî, Hâkim Süleyman’ın görüş ve düşüncelerinden örnekler vererek açıklamaya çalışan Prof. Dr. Mustafa Sever, hikmet söylemenin arka planında, her var oluşun takdir edicisi Allah’ı bilme, insanı bilme, insanın ödev ve sorumluluklarını bilme, insan hayatındaki tecrübeler ve bu tecrübelerle oluşan bilgi birikimi olduğuna vurgu yaptı. 

Sever, Bu bilgi birikiminin toplumun değerler bütününü oluşturduğunu, bu değerleri insanlara hatırlatma, onları uyarma, düşündürme ve toplum değerlerince biçimlendirilmiş davranış biçimlerine yöneltmenin hikmetlerde temel amaç olarak işlendiği mesajını verdi.  

Sayın Mustafa Sever beyefendiye konuşma notlarını bizlerle paylaştığı için teşekkür ediyor, notlarından derlediğimiz bilgileri sizlere aktarıyoruz:

“VII. yüzyıldan başlayarak İslâmiyet’le tanışan Türk toplulukları, X. yüzyılda (920’de) Satuk Bugra Han’ın Müslümanlığı bir devlet dini olarak kabul etmesinin de getirdiği heyecanla kitleler halinde Müslümanlığı benimsemeye başlar. “ Saray çevresi dışında, dervişler tarafından yürütülen propagandalar sayesinde, göçebe Türk boylar da yeni dine kazanıl[ır]” (Melikoff 2006:158) Türklerin İslâmiyet’i benimsemeleri, İslâmiyet’in gelişmesini ve yaygınlaşmasını sağlar. Maveraünnehir ve çevresinin İslâm egemenliği altında olması ise, bölgedeki birçok merkezde tekkelerin kurulmasını mümkün kılar.

İslâmiyet’i benimseyen Türkler, İslâm kültürü ve medeniyetini de tanımaya başlarlar. Yeni bir inanç sistemi içine giren ve toplumsal yaşamlarını olduğu kadar siyasî yapılarını ve dolayısıyla da dünyaya bakış açılarını İslâmiyet’e göre biçimlendirmeye başlayan Türkler, İslâmiyet’in samimi ve kararlı savunucuları olurlar. İslâmiyet’i yaymak, kural ve esaslarını anlatmakta kendilerini görevli sayan birçok Türk derviş, Türk yurtlarına dağılır. İslâmiyet’i kabul etmiş, ancak anlamına vâkıf olamamış, kural ve esaslarını tam olarak öğrenememiş ya da henüz İslâmiyet’i kabul etmemiş göçebe Türk boylarına anladıkları dil ve alışkın oldukları şekillerde İslâmiyet’i anlatma yoluna girişirler. “Böylece eski halk edebiyatımız, doğmakta olan yeni dinî-tasavvufî halk edebiyatına bir kaynak ve model vazifesi görmüş olur. Hikmetlerin şekil, ölçü ve anlatım yöntemi açısından eski, ruh ve konu bakımından yeni oluşunun nedenleri budur.” (Eraslan 1982:156) Hikmetlerle İslâmiyet’i anlatmaya ve yaymaya çalışan sufîlerin geniş halk kesimlerince benimsenmesi, sevilmesi ve çevrelerinde toplanmaları oldukça olağandır. F. Köprülü’nün ifadesiyle ilâhîler, şiirler okuyan, Allâh rızâsı için halka birçok iyiliklerde bulunan, onlara cennet ve saadet yollarını gösteren dervişleri Türkler, eskiden dinî bir kutsiyet verdikleri ozanlara benzeterek hararetle kabul eder, dediklerine inanırlar. Bu suretle eski ozanların yerini “ata” ve “bab” unvanlı birtakım dervişler alır. (Köprülü 1984:19) Bunlar, göçebe Türkler arasında, yani Sir-derya kenarlarında ve bozkırlarda mevsimlere göre yer değiştiren göçebe Türk toplulukları arasında, onlar için anlaşılması güç İslâmî kural ve esasları onların anlayacağı yalın ve anlaşılır bir şiir dili ile anlatan dervişlerdir. “Ahmed Yesevî’nin, bu dervişlerin çok üstünde bir derviş olarak” (Güzel 2004: 176) İslâmiyet’in Türkler arasında benimsenmesi ve yayılmasında gerek yaşayış ve tavırlarıyla gerekse kurduğu tarikat ve söylediği hikmetlerle büyük hizmetleri olmuştur.

Yaşadıkları geniş coğrafya gereğince Türkler, İran ile sürekli ilişki içerisinde olmuşlardır. İslâmiyet’i kabul eden, ancak ona kendi eski inançlarını da katan ve kaynaştıran Farslar, dil ve edebiyatlarını da İslâmî bir şekilde geliştirirler. F. Köprülü’nün ifade ettiği gibi, (Köprülü 1984:20) Farsçaya yeni dinle birçok Arapça sözcük girdiği gibi nazım şekli, vezin, belâgat kuralları da geniş oranda Arapçadan alınır. Eski İran’ın hece ölçüsünden, eski nazım şekillerinden, edebî anlayışlarından hemen hiçbir şey kalmamış gibidir; ancak çok eski bir edebî geleneğe sahip İranlılar, güçlü Arap nüfuzuna rağmen edebiyatlarında kendi şahsiyetlerini yansıtırlar; aruz ölçülerinden yalnız kendi zevklerine uygun olanları alırlar. Rubâ’î şeklini icat eder, kaside ve gazele yeni bir anlayış getirirler ve bunlardan da önemli olarak eski mitolojiyi canlandırarak Arap edebiyatının tamamıyla yabancı bulunduğu bir destan devri açarlar. Öyle ki 11. yüzyılda yeni bir İran edebiyatının oluştuğu söylenebilir. Türkler, İslâmiyet’in birçok unsurunu doğrudan Araplardan almak yerine Acemler aracılığıyla almışlardır. İslâm kültürü, Türklere İran kültürünün merkezi olan Horasan yolu ile Mâverâünnehr’den geçerek gelmiştir. Mâverâünnehr’in birçok büyük merkezi mânen Türk olmaktan çok İranî idi. İslâmiyet’ten de önce tanıştıkları için Türklere yabancı gelmeyen İranlılar, İslâm medeniyeti dairesine girmek için yine onlara yol gösterici olurlar ve bu durum, Türk edebiyatının gelişimi üzerinde dil, ölçü ve şekil açısından yüzyıllarca etkisini gösterir.

Görüntünün olası içeriği: 2 kişi

Ahmet Yesevî ile başlatıldığı kabul edilen Tasavvufî Türk Edebiyatı; şekil, dil ve anlatım açısından İslâmiyet öncesi Türk edebiyatının özelliklerini gösterir. Özellikle tekke ve zaviyelerde gelişen bu edebi anlayış, “Türk’ün inanç ve duygularına, bediî zevklerine tercüman olmuş, ahlâkî değerlerini kuvvetlendirmiş, yeni ruh ve düşünce genişliği ile insanımızın hayat ve kâinata bakış tarzını değiştirmiş ve onun mânevî hayatını beslemiştir.” (Eraslan 1982:153)

İslâmiyet’in benimsetilmesi ve yaşanılması sürecinde toplumsal bir görev üstlenen mutasavvıf şairlerin sanat kaygısı ve lirizmden uzak söyledikleri, dil ve şekil açısından geleneksel Türk şiiri özelliklerini taşıyan şiirlerine Türkistan’da “hikmet” adı verilmiştir. Hikmet adıyla dile getirilen bu şiirler, halkın konuştuğu günlük konuşma dilinde, halkın duygu ve düşüncelerine uygun samimi bir edâyla söylenmiş eserlerdir. Türkistan’da hikmet söyleme, Ahmet Yesevî tarafından başlatılan ve Yesevî dervişlerince devam ettirilen bir gelenek halini almıştır. Hikmetler gerek tekkelerde gerekse halk arasında ezberlenme, toplu olarak okunma şeklinde bir ibâdet şeklini almıştır. Özellikle Yesevî dervişleri hikmet söylemeyi bir görev olarak kabul etmiş ve gittikleri her yerde halka İslâmiyet’i anlatmada bir araç olarak kullanmışlardır. “Toplandıklarında (meclislerinde), Yesevî mürtitleri zikr-i erre (bıçkı zikri) denen çok değişik bir zikr uyguluyorlardı. Bu ad, ‘Hay…hu…’ haykırışları ile başlayan zikr’in söylenişinin, bıçkı sesini andırmasından kaynaklanmaktaydı. İslâm’ı yayma amacı içinde, Ahmed Yesevî, ‘Hikmet’ adı verilen neşîdeler söylüyordu. Bu manzumeler, Türklerin İslâm’a yönelişlerini belirlemiştir.” (Melikoff 2006:160)

Gerek Ahmed Yesevî gerekse ardılları tarafından söylenen hikmetler, “yeni dine, İslâm’a geçişe çağrının da ötesinde tasavvuf etkisiyle renklendirilmiş ‘rahat bir şer’iat’ anlayışının ürünleridir. İslâm’a henüz geçmemiş ya da geçme sürecini yaşayan Türklere tasavvufun inceliklerini ve tarikatın kurallarını öğretmekten çok, en azından onların İslâmî anlayışı kavramalarını kolaylaştırma çabası, hikmetlerin başlıca içeriğini oluşturur.” (Kula 2002: 65).

Pekiyi, Ahmet Yesevî şiirlerini neden hikmet olarak adlandırıyordu? Hikmet, İslâm inancında ne idi, neye karşılık geliyordu?

Kutluer’in (1998:503-511) verdiği bilgilere göre hikmet, “yargıda bulunmak” anlamındaki hükm mastarından türetilmiş bir isimdir ve “engellemek, alıkoymak, gemlemek; sağlam olmak” anlamlarını muhtevi ihkâm mastarıyla da ilişkilidir. İbn Düreyd’in tespitine göre Arapçadaki “el-kelime mine’l-hikme” deyiminde geçen hikmet kelimesinde “alıkoymak, gem vurmak, sakındırmak” anlamları daha çok belirgindir Bu çerçevede hikmet ile, belli bir hususta hüküm verme, bu hükümle de kişiyi kötüden, çirkinden, olumsuzdan, cahilâne davranışlardan alıkoyma; iyiye, doğruya, güzele yönlendirme muhteviyatındaki sözler kastedilmektedir. Böyle ahlâkî muhtevalı özlü sözlere hikmetin yanı sıra “hüküm” de denilmektedir. Hikmet, gereksiz lafızlardan arındırılmış akla uygun özlü sözdür. İlahî kelâm olma, mükemmellik, olgunluk, vd. özellikleri açısından Kur’ân-ı Kerim, Hikmetü’n-Bâliga (Olgunluğun, mükemmeliğin son noktasına ulaşmış hikmet) olarak adlandırılmıştır; ki bu adlandırmada hikmetin kaynağının ilahî olduğuna işaret edilmiştir.

Taberî (838-923), hak ve batılı ayırt edici özelliğiyle hikmetin hükümden alındığını söyler. Reşîd Rıza (1865-1935) ise hikmeti, insan iradesini hayrın ifadesi olan faydalı amele sevkeden doğru bilgi şeklinde tarif eder ve hikmetin aletinin verdiği hüküm kesin olan akıl olduğunu belirtir. İnsanın, varlıklar arasındaki yerini, akıl ve cüz’i de olsa bir irade sahibi olması sebebiyle görevini idrak etmesi, varoluşun hikmeti hakkında bilgilenmesiyle mümkündür. Bu bilgilenmeyle, yani hikmetin idrak edilmesiyle insan hâkim sıfatını kazanacaktır. Hakîm olmayan insan eksiktir; ki böyle insanı kuvve hâlinde insan saymak gerekir. Hüküm ve hikmet sahibi olan hakîm, bilfiil eksiksiz insandır; kendini gerçekleştirmiş ve bu özelliğiyle öteki varlıklardan ayrılmıştır. Diğer bir deyişle âlim, ilmî hüküm sahibi ve işlerini gereğince sağlam, kusursuz eyleyen kişi, hikmetin ihkâmla bağı sebebiyle “hakîm”dir. Hakîm, belli bir tecrübî olgunluk içerinde dengeli, çevresiyle uyumlu, çevresindekilere faydalı ve onları Hakk’a, adalete, doğruluğa yöneltme çabasıyla hareket eden, “kendisini gerçek dışı bilgilerden ve nefsani arzulardan alıkoyan, düşünce istikametine ve davranış selametine sahip bulunan kimse”dir (Topaloğlu 1997:181).

Kur’ân-ı Kerim’in Hikmetü’n-Bâliga olarak adlandırılmasından hareketle, Kur’ân’a ve Hz. Peygamber’in sünnetine sıkı sıkıya bağlı bir sufi olan Ahmet Yesevî, Kur’ân’dan halka İslâmiyet’in emir ve yasaklarını Türkçe olarak aktarıyordu ve dolayısıyla dile getirdikleri bizzat Kur’ân’dı. Söylenenler Kur’ân’dan olunca, kaynak da ilahî idi ve hikmet olarak değerlendiriliyordu. Hikmet söyleyen hakîm, söyleyiş ise, hakîmâne söyleyiş şeklinde adlandırılıyordu. Hakîm, hakîmâne söyleyiş, hikmet, hikmet söyleme gibi kavramlar, İslamiyet’in Türkler arasında kabulü sonrasında, Ahmed Yesevî ile dilimize, edebiyatımıza giren ve sonra da günlük hayatımızda yer eden, yer ettiğince de anlam dereceleri artan kelimelerdir.

Hakîmâne söyleyiş, “hikmet”in tanımından ve kapsamından hareketle söylersek (Kutluer 1998:503-511) bir davranış, bir söz söyleyiş biçimidir. Hakîmâne davranan kişi, işleri gereği gibi sağlam ve kusursuz yapan kişidir. Bir işi gereği gibi sağlam yapmak, bir sözü yerinde ve anlamına uygun söylemek için kişinin idrak sahibi olması, idrakle elde edilen bilgi sahibi olması gerekir; ki herhangi bir konuda hüküm verebilsin veya bir tavır, davranış gösterebilsin.

Seyyid Şerif el-Cürcânî, hikmetin gerçeği ifade eden her türlü söz, gereksiz lafızlardan arındırılmış akla uygun özlü söz olduğunu belirtirken aklımıza Kur’ân-ı Kerim gelir; zira hikmet sözü Kur’ân-ı Kerim’de on yerde kitap kelimesiyle beraber olmak üzere yirmi defa geçmektedir” (Kutluer 1998:503). Zemahşerî, Nahl sûresinin 125. âyetindeki “(Ey Muhammed) Sen, Rabb’ın yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et” şeklindeki cümlede geçen hikmetin, gerçeği açıklayan, şüpheyi gideren delil, sahih ve muhkem söz olduğunu ve hikmet sözüyle kastedilenin doğrudan doğruya Kur’ân olabileceğini belirtir. (Kutluer 1998:504). Bakara sûresinin 269. âyetinde “Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar” buyurulmaktadır; ki burada da hikmet, doğruyu yanlışı ayırt etmeye yarayan bilgi anlamında kullanılmaktadır. Tasavvuf düşüncesinde ise hikmet, ilhamla Allah’tan gelen bâtın bilgisi veya marifet olarak kabul edilir. Marifet, tasavvufî açıdan insanın kendisini ve Rabb’ını bilmesidir.

İnsan açısından hikmet, insanın Yaratıcı’sını, kendisini, yaratılışındaki sırrı bilmesi, diğer yaratılmışlar içinde kendi durumunu ve yerini idrak edip bu bilgiyi özlü şekilde dile getirmesidir. “Allâh ve insan sevgisini gönüllerde yerleştirmeği gâye edinen Hz. Peygamber’in şeriatına ve sünnetine uymağı telkin eden, insanı kötü amellerinden kurtarmağa çalışan ahlâkî prensiplerdir. Denilebilir ki hikmet, İslâmiyet’in manzum olarak ifadesidir.” (Eraslan 1982:155)

Hikmet, Türkçeye ve dolayısıyla Türk edebiyatına Ahmed Yesevî ile girmiş bir şiir türünün de adıdır. Yesevî dervişlerinin Anadolu’ya, Balkanlara vd. coğrafyalarda giderek değişik tarikatlar hâlinde teşkilatlanmaları sürecinde her tarikat hikmeti kendi anlayışlarınca adlandırmışlardır. Sözgelimi, genel bir ad olarak “ilahî” adı kullanılmakla birlikte, Mevleviler “âyin”, Alevî-Bektaşiler “nefes” ve “deme/deyiş”, Gülşeniler “tapuğ”, Halvetiler “durak”, yine Mevlevî ve Bektaşîler “cumhur” gibi terimler kullanmışlardır. Bu şiirler, genel olarak kaynağını başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere hadislerden, Hz. Peygamber’in, dört halifenin, din büyüklerinin hayatları ve davranışlarından alan ve İslâmiyet’in esaslarını, şeriat hükümlerini, tasavvufî hayatın inceliklerini anlatmak üzere söylenen veya yazılan şiirlerdir.

Ahmed Yesevî ve takipçileri de Türklere İslâmiyet’i tanıtmak, onların bu dini benimsemelerini sağlamak amacıyla hikmet adını verdikleri şiirleri söylüyorlardı. Kur’ân-ı Kerim’i okumayı bilmeyen, okusa da anlamayan geniş Türk topluluklarına İslâmiyet’in özünü, özelliklerini, Allah’ın emir ve yasaklarını, toplumsal hayatta uyulması gereken ahlâkî ilkeleri, onların anlayacağı sadelik ve açıklıkta, onların âşina oldukları şekilde hikmetlerle sunuyorlardı.

Hakîm Süleymân, İslâmiyet’in Türkistan’da yaygınlaşması yönünde kendisini görevli sayan bir derviş olarak, hedef kitlesini oluşturan Türk boylarının anlama, algılama özelliklerini, yaşanılan coğrafî şartlardaki mücadelelerini, ahlâkî ilkelerini, vb. dikkate alarak İslâmiyet’i daha görünür, daha somut, yaşanabilir özellikte anlatma, onlara uhrevî mutluluğun kapılarını korkutmadan aralama yolunu hikmetlerle gösteriyordu. İnsanın kendisini bilmesi, yaratılışındaki sırrı anlaması ve insana yakışan şekilde yaşamasının gerekliliğini temel alan bir anlayışla hikmetlerini yapılandıran Hakîm Süleymân, hakikati arayan bir insanı idealize eder.”

Hikmet söylemenin arka planında, her var oluşun takdir edicisi Allah’ı bilme, insanı bilme, insanın ödev ve sorumluluklarını bilme, insan hayatındaki tecrübeler ve bu tecrübelerle oluşan bilgi birikimi vardır. Bu bilgi birikimi ise, toplumun değerler bütünüdür. Bu değerleri insanlara hatırlatma, onları uyarma, düşündürme ve toplum değerlerince biçimlendirilmiş davranış biçimlerime yöneltme, hikmetlerde temel amaç olarak işlenir. İlk yazılı ürünlerimizden, İslâmiyet’in kabulü ve sonrasında üretilen ürünlere kadar hemen hepsinde bu amaç dâhilinde söylenmiş sözlere rastlanır. İnsanı, yaşanan olayları İslâmî düşünce, geleneksel değerler çerçevesinde değerlendiren hikmetler bir felsefî düşünüş ve yansıtış biçimi olarak her çağda Türk şairlerinin ana temalarını oluşturmuş ve günümüzde de geçerliliğini sürdürmektedir.”

"Türk Kültüründe Hikmet Söyleme Geleneği" konusunda doyurucu bilgiler veren Sever, kendisine yöneltilen soruları da cevapladı.

Prof. Dr. Mustafa Sever’e katılımlarından dolayı İLESAM Yönetim Kurulu üyelerinden Prof. Dr. Nurullah Çetin tarafından bir “Teşekkür Belgesi” takdim edildi.

Görüntünün olası içeriği: 3 kişi

Programın ikinci bölümünü oluşturan Şiir Dinletisi Hüseyin Ünlü tarafından gerçekleştirildi.

Görüntünün olası içeriği: 2 kişi

Bekir Aksoy, Musa Ay, Hanifi Işık, İlter Yeşilay, Nurettin Gür Ozanoğlu, Durak Turan Düz, Sibel Unur Özdemir, İhsan Hökelekli, Murat Duman, Merih Baran, Niyazi Bali, Halil Yazanel, Ali Kemal Parıldar, Hayrani Altıntaş, İsmail Tunç, Sami Aydos, Sevim Aydos, Zehra Bayır, Ali Bayır, Kemal Türk, Orhan Vergili, Yaşar Kalafat, Ömer Ünal, Ece Ebru Bayar, Cenap Erat, Tuncer Ulusoy, Seyfettin Çoban, Ali Taşdemir, Hüseyin Ünlü, Sevinç Doğancan Güven, Tülin Hatun Şenel, Elifçe, Özcan Demir, Cahit Karaç, İbrahim Atasoy, Ahmet Afacan, Elnaz Sardarinia, Orhan Kalkan, Gönül Semiz Kaya, Rıza Lavavi, Songül Yiğit, Hayrettin Gültekin, Ali Kahraman, Aida Zeynalova, Küçük Satı, Âşık Dudai, Sadık Kıyak, Cenap Erat, Fevzi Gökalp ve Mahir Ünat programa katılan isimler arasındaydı.

İLESAM çatısı altında gerçekleştirilen bir Cumartesi etkinliği daha gönüllerdeki yerini aldı.

İLESAM Şiir Dinletilerimize şiire, sanata ve kültüre gönül veren herkesi- üyemiz olsun veya olmasın-bekliyoruz. Unutmayın!

Haber Metni ve Fotoğraflar: Sibel Unur Özdemir

TÜRKİYE İLİM ve EDEBİYAT ESERİ SAHİPLERİ MESLEK BİRLİĞİ

İLESAM GENEL MERKEZİ

Adres

:

İzmir 1.Cad. No: 33/16  Aydın Apartmanı, Kat:4  Kızılay / ANKARA

Tel

:

0 312 419 49 38

Faks

:

0 312 419 49 39

Web

:

www.ilesam.org.tr

E-Posta

:

ilesam@ilesam.org.tr

 Okunma Sayısı : 1486         21 Şubat 2017

Yorumlar

Yorum Yap

Adınız Soyadınız

Girilecek rakam : 324436

Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.