İLESAM CUMARTESİ SOHBETLERİ ve ŞİİR DİNLETİSİ (18 KASIM 2017) “Türklerde Yağmur Taşı” “Türklerde Yağmur Taşı” Edebiyatın, sanatın, kültürün ve aktüel konuların konuşulduğu, şiirlerin okunduğu etkinliklerine devam eden Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliğinin Cumartesi toplantılarından biri daha 18 Kasım 2017 tarihinde İLESAM Kültür Evinde gerçekleştirildi. İLESAM Haysiyet Kurulu üyelerinden Hanifi Işık’ın yaptığı açılış konuşmasıyla başlayan program, İLESAM Genel Başkan Yardımcısı İlter Yeşilay’ın “Türklerde Yağmur Taşı” konusunu anlatması ile devam etti. Sayın İlter Yeşilay hanımefendiye konuşma metnini bizlerle paylaştığı için teşekkür ediyor ve metni sizlere aynen aktarıyoruz: YAĞMUR TAŞI ROMANINI YAZMAMIN SEBEPLERİ Atalarımızdan bizlere yadigâr kalan birçok veciz söz içerisinde beni en etkileyenlerden biri “Maziyi bilmeyenin Atisi olmaz” yani geçmişini bilmeyenin geleceği olmaz sözüdür. Öyle ya biz kimiz? Tarih sahnesine ne zaman çıkmışız? Atamız, kültürümüz, gelenek göreneğimiz, dilimiz nedir? Bunları bilmeyen biri sağlam temeller üzerine bir gelecek konumlandırabilir mi? Bunun cevabı elbette ki “hayır” olmalı… Biz Türk’ler binlerce yıldır tarihin sahnesinde var olmuş ve büyük medeniyetler kurmuş bir milletiz. Genetik kodlarımızda var olan özelliklerimizi şöyle sıralayabiliriz. Türkler edepli, terbiyeli, akıllı ve azimlidir. Hoşgörü ve tedbir sahibidir. Sağlam yapılıdır, cesurdur, kahramandır. İyi bir savaşçıdır. Türkler, sadece korkulması gerekenden korkarlar. Tarih boyunca iyi savaşçı oldukları için, tüm devirlerde dünyanın en seçkin askerlerinden sayılmışlardır. Şu anda dünya üzerinde 350 milyon Türk yaşamaktadır. Günümüzde Prof. Dr. Nurullah Çetin hocamızın da dediği gibi “kökü bir, dili bir, dini bir, tarihi bir, ırkı bir olan Türkistan Türklüğünü; birleşip bütünleşmesinler diye ayrı ayrı devletlere, dillere, coğrafyalara ayırdılar. Her Türk boyunu ayrı bir devlet ve millet olarak parçaladılar.” Kültür emperyalizmi bu parçalama çalışmalarının önemli bir bölümüdür. Bazı gençlerimizin maalesef öz kimliklerinden uzaklaşarak ve büyük bir tarihin ve kültürün parçası olduklarını unutarak Batı ve Amerikan özentisi hal ve tutumlar içinde olmaları beni her zaman üzmüştür. Elbette ki medeniyetin teknolojik, bilimsel bilgi ve ürünlerinden faydalanalım. Elbette ki onlarla diyalog içinde olalım, gidelim gelelim. İnsani düzeyde dostluklar kuralım. Fakat kendi kimliğimizi geleneğimizi göreneğimizi, dilimizi, dinimizi ve bizi biz yapan öz değerlerimizi unutacak kadar kendimizden vazgeçmeyelim. Bu sentezi çok dikkatli bir şekilde kurmamız gerekmektedir. Yunan Mitolojisine ait, Zeus’u, Afroditi, Poseidonu, Medusayı bilenler tabii ki bilsinler ama Kayra Han’ı, Ak Anayı, Erlik Hanı, Umay Anayı, Oğuz Kaan’ı ve Dedekorkut’u da bilsinler… Hayatı yaşadığı an ve zaman sananlar kim olduklarını bilmedikleri için ne olacağını da bilmekten çok uzaktırlar. Bu benim kitabımın da ana fikrini oluşturur. Fakat Atatürk’ün bile büyük bir merakla nerden geldiğimize dair bilgileri araştırdığını düşünürsek; bizim bu konuda gençlerimize yardımcı olacak ve onların ilgisini kendi efsanevi tarihini araştırmaya yöneltecek çalışmaların çok kısır olduğunu görürüz. Dünya sinemasında ve edebiyatında içinde Zeus’un, Afrodit’in, Eros’un veya Mısır Tanrısı Ra, veya Firavunların konu olduğu yüzlerce fantastik film çekilirken, kitaplar yazılırken bizde asla böyle bir çalışma içine girilmemiştir. Girilse de ya çok azdır ya da ilgi çekebilecek seviyede değildir. Bilenleri tenzih ederim ama bizim gençlerimize dönüp Oğuz Kaan kimdir desek acaba kaçı tam olarak cevap verebilir? Bakın bizim bilmediklerimizden ve bildirmediklerimizden kimler faydalanıyor. Yıllarca sinemaları tıka basa dolduran ve çoğunu gençlerimizin teşkil ettiği Yıldız Savaşları filmindeki Bilge Ceday ve Cedi isimleri nerden alınmıştır dersiniz? Elbetteki bizim mitlerimizden. Hem de Yada Taşı’ndan… Peki bilmem kaç bölümlük Yüzüklerin Efendisi serisindeki uçan canavar kuşların bizim Merküt Kuşu olduğunu, Ak büyücü Gandalf’ın bizim Ak Kam, Kara büyücü Saruman’ın bizim Kara Kam dediğimiz mitolojik kam büyücüleri karakterlerimizden çalındığını, görmeyelim mi? yer altında Kara büyücü Saruman tarafından yaratılan Ork’lar, Uruk Hai ler aynı bizim mitolojimizdeki yer yüzüne çıkması yasaklanan yer altı Tanrısı Urlik Hanın yaratıp savaşmak için dünya üzerine gönderdiği Abra ve Yutpa adlı yılanlara ne kadar benziyor… Yüzüklerin efendisi romanından uyarlanan filmdeki kötülüklerin efendisi olan Sauron’un bizim mitlerdeki Urlik han olduğu ve Sauronun en büyük yardımcısı Nazgul’ların bizim mitlerimizde Urlik’in savaşçı tayfları Kem’ler le ne kadar benzediğini düşünmeliyiz. Hele Elflerin en yaşlısı olan ve bembeyaz gümüş simli kıyafetler içinde beyaz uzun saçlarıyla süzülen tanrısal Galadriel adlı güzel Elf kadın karakteri bizim Umay Ana’ya nasıl da benziyor Orta Asya da bazı arkeolojik buluntulardan anlaşıldığına göre Umay ana motifi, beyaz saçlı ve beyaz giyimli olarak, insan biçimci bir görünüm sergilemektedir. Altay Türkleri onu göklerden inen gümüş saçlı, güzel yüzlü bir kadın olarak düşünmüşlerdir. Mesela Yüzüklerin efendisindeki ormanı koruyan, tabiatın ve insanın iyiliği için konuşan hatta savaşan ağaçlar Ent leri ele alırsak kökeninde yine bir Türk efsanesini buluruz. Bazı Türk boyları özellikle Uygur’lar ağacın kutsallığına inanırlardı. İki nehrin kavşağındaki bir adacıkta yan yana duran iki ağacın arasına düşen yıldırım sonucunda beş çadır ve içlerinde beş çocuk belirir oradaki kavimlerce bulunup büyütülür ve bu ağaçlara çok saygı gösterilir ağaçlarda onlarla konuşup sürekli insanlar ve doğanın düzeni için hayır ve iyilik dilerler. Ne büyük benzerlik değil mi? Bence Yüzüklerin efendisi serisinin yazarı Tolkien kesinlikle Türk mitolojisini araştırmış hatta Dedekorkut’un hikayelerini de okumuş olmalı.. Yoksa Tepegöz karakterimizi de filminde alnının ortasında tek gözü olan devler olarak kullanmazdı değil mi? Üstelik filmdeki Sauron’un tepede duran ve herkesi gözleyen tek bir göz olduğu da filmde aşikar olarak görünüyor. Bütün bunları gördükçe anladıkça araştırdıkça ortada büyük bir eksikliğimizin olduğunu gördüm. Elin oğlu bizim mitolojimizden aldığı fikir ve karakterlerle kitaplar yazıp milyon dolarlık filmler yapıyor biz de gidip dünyanın parasını veriyor ve onları okuyor, seyrediyor yine onlara kazandırıyoruz. Peki biz neden böyle şeyler yapamıyoruz? İşte bu eksiklik bende Mitolojik unsurlarımız etrafında geçmişte ve günümüzde gelişen bir roman yazma isteği verdi. Bir büyük maceranın içinde çok katmanlı gelişen ve heyecan dozu, sürükleyiciliği yüksek bu romanın içerisindeki figürler, fikirler ve karakterler belki de gençlerimizin beyninde kökü tarihin derinliklerinde olan geçmiş kültürümüzü araştırmaya, yöneltebilir hatta geleceğimiz için hangi yolda gideceğimize dair bir küçük kıvılcım yaratabilirdi. İşte romanıma Türk’lerin atası Yafes’in ağzından yazdığım şu sözlerle başladım: Ben Yafes!... Kutlu Nuh Peygamberin üçüncü oğlu… Topraklarında, bereketli bağları, bahçeleri, meyveli ağaçları, temiz ve berrak suları olan; ineklerin memelerinden yağlı sütlerin aktığı, yağız atların ovalarda dörtnala koştuğu, semiz koyunların geniş otlaklarda otladığı, yiğit oğlanların ve al yanaklı kızların diyarı; Türkistan illerinin büyük ve adil hükümdarıyım! Ey Oğul Gökte su, yerde toprak helak olmadıkça verdiğim bu kutsal emanetle seni bütün güçlerin üstündeki bir güçle ödüllendirdim.. Ummanları, selleri, fırtınaları aşarak dünyanın tohumunu toprağa ulaştıran şefaatli babama, Melek Cebrail tarafından verilen ve soyumuzda kalması gereken bu kutlu taşın adı Yada Taşıdır. Elinde olanı hakim güç kılan ve Tanrı’nın adıyla şereflendirilmiş emaneti, adil, akil, ve gücünü merhametli yüreğinden alan oğlum Türk’e kendi isteğimle emanet ediyorum. Ey Türk! Bundan böyle Tanrı’nın sana verdiği hükümdarlık kutuyla; Yıldırımlara ve dahi yağmurlara, sellere ve dahi fırtınalara ve sınırlarını genişleteceğin bereketli topraklara sen ve senden sonra gelen soyun hükmedecek! Bu emaneti iyi koru ve bil ki sen devletler kurup ülkeler fethederken, gücünü yok etmeye kalkışanlar, seni çaresiz bırakıp topraklarına göz dikenler ve kutsal taşını elinden almak isteyenler olacak. Açların, yoksulların, ezilenlerin, hakça yaşaması için, Kötülüklerin ve kötülerin yerle bir olması için, Şeytanın dünyada egemen olmaması için Güç artık senin elindedir. Adil ol ve hâkim ol, Tanrı seninle beraberdir! “TÜRK’LERDE YADA TAŞI” HAKKINDA YAPILAN ARAŞTIRMALAR(*) Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm adlı eserinde “Yada, Cada, Yat Taşı ve Yağmur Tılsımları” başlıklı bölümde önemli bilgiler sunmaktadır. İnan, bunun çok eskiden beri yaygın bir inanç olduğunu, Büyük Türk Tanrısının Türklere “YADA” denilen sihirli bir taş armağan ettiğini, bununla yağmur, kar, dolu yağdırıldığını, fırtına çıkartıldığını ve bu taşın her çağda Türk Şamanlarının ve büyük Türk komutanlarının elinde bulunduğunu, Şamanistlere göre zamanımızda da büyük kamların ve yadacıların ellerinde bulunduğunu belirtiyor. Yine aynı eserde Abdülkadir İnan, yada taşının her Türk lehçesinin fonetik özelliklerine göre muhtelif şekillerde ifade olunduğunu, Yakutça’da “SATA”, Altayca’da “CADA”, Kıpçak grubuna dahil lehçelerde “CAY” diye söylendiğini belirtir. Yada taşının adının yede, ceda, cadı ve yeda şeklinde yazılışlarıyla da karşılaşıyoruz. Ahmet Vefik Paşa Lehçe-i Osman adlı eserinde “yeda” ifadesini kullanmıştır. Prof. Dr. Fuat Köprülü ise “Eski Türklerde Dinî-Sihrî Bir Anane yâd veya Yağmur Taşı” isimli makalesinde yâd ismini kullanmış ve bilhassa yağmur taşının karşılığı olan dinî ve sihrî bir gelenek olarak incelendiğini belirtmiştir. Aynı makalede “yat, yede, yada, cede, ceda, nın aynı adlar olduğu, cedeci, yedeci gibi tabirlerin eskinin Farsçalaşmış bir şekli olduğu belirtilir. Ziya Gökalp, eski Türklerde din konusunu işlerken Kaşgarlı Mahmut’un Türkçe’de kerametin bir türüne “yâd” adı verildiğini ve eski Türklerde “kaş” adı verilen bir taş olduğunu, bu taşla yağmur yağdırıldığını, bundan dolayı bu taşa “yağmur taşı” da dendiğini, bu taşla rüzgar da estirildiğini, yaz ortasında kar bile yağdırıldığını bu taşa çoğu yerde yâd taşı da dendiğini sonradan yada taşı, ceda taşı, yeda taşı adları verildiğini ve bu kelimenin Fransızca’ya jade şeklinde geçtiğini, Acemlerin bu taşa yeşim adını verdiklerini, kelimenin aslında Türkçe olduğunun farzedilebileceğini, Kaşgarlı Mahmut’un “kimin yanında bulunursa şimşek onu yakmaz” dediğini belirtiyor. Eski eserler Ansiklopedisi’nde yada taşı hakkında verilen bilgilerde, yeşim ve yâd kelimelerine odaklanılır. Yeşimin Farsçasının “yeşip” olduğu, eski milletlerin buna yağmur taşı, yâd dedikleri, yâdın kehanet demek olduğu, yâdlamanın sihir yaptırmak anlamına geldiği, eski Türklerin bu taşla sihir yapıp yağmur yağdırdıkları anlatılmaktadır. Yada taşının tarihçesine baktığımızda, 10. ve 11. Yüzyıllardaki eserlerin Yada hakkında bilgiler nakletmeye başladığını görürüz. Firdevsî Şehname’de, yadaya, Moğolca’da ced denildiğinden ve yadacılıktan, bu işin bir sihir olduğundan, Tuluy Han zamanındaki yağmur yağdırma olayından, Hıtay askerlerinin perişan olduğundan bahsediyor. Yada taşının bir dinî-sihrî işlemle yağmur, dolu, kar yağdırttığı, rüzgâr estirdiği hakkındaki söylentilerin hemen bütün Türk kavmini sardığı gibi Çin’e, Moğollara ve Ural-Altay kavimlerinin genişliğince bir alana kadar yayılmış bulunduğu bilinmektedir. Bu durumda bu taşın tarihçesi hakkında Türk ve yabancı pek çok fikir ileri sürülmüş pek çok çalışma yapılmıştır. Rıza Çavdarlı, Yada taşının tarihini Taş Devrine kadar dayandırır. Abdülkadir İnan ise bu taş hakkındaki ilk bilgilere Çin kaynaklarında rastlanıldığını, Tang hanedanının tarihine göre dişi kurttan türemiş “İçjininişibu” isimli bir kişinin doğaüstü özelliklere sahip olduğunu, yağmur yağdırıp fırtına çıkartabildiğini belirterek 449 yılı olaylarından bahseden bir kitapta geçen “Yüeban ahalisinden bazı kahinlerin Cücenlerin saldırılarına karşı şiddetli yağmur yağdırdıkları, fırtına çıkardıkları ilk olarak kaydedilmiştir” ifadesini eserine alıyor. *Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın Umumi Türk Tarihine Giriş adlı eserinde Yada taşının izlerine rastlanır. Togan, “İlk Türkler hakkında eski Türk, Çin, İran rivayetlerinde bilgiler olduğunu, bunlardan birinin 6. yüzyıl veya daha önce belirli bir şekil alan ve Çinlilerce bilinen M.Ö. 366-558 tarihinde geçen Göktürk-Çin versiyonu, diğeri de 8.yüzyılın ilk yarısında yazılan iki eserden alınarak Selçuklular adına 1126’da yazılan anonim “mücmel ut-tavarih va’l kısas” kitabında geçen İran-Hazar versiyonu şekillerinde bize ulaştığını, ayrıca Issık Göl civarında yaşayan ve devletin meşru hükümdarı olan Türk ile Ceyhun’da yaşayan amcazadesi Oğuz arasında yada taşı yani milletler üzerinde hakimiyeti temsil eden tılsımlı bir taş yüzünden uzun savaşlar cereyan etmiş olduğunu Türk’e, Çin tarafından gönderilen 10 şaman, yani batı Göktürklerin “on ok” kabilelerinin ilim sahibi olan cedleri geldikten sonra bu hakimiyet sırrının tekrar Türk’ün elinde kaldığından bahsediliyor. Netice olarak Çinlilerin, Türklerin kudretini iyi cins at ve süvarilikte bulmalarına rağmen, Ön Asya kavimleri bu sırrın yada taşında olduğuna inanmışlardır. Ayrıca Türklerin en eski zamanlardan beri cihangir bir millet, devletçi ve asker bir millet olarak telakki olduğunun şüphe götürmez bir gerçektir. Dünyaya hakimiyetin tılsımı olan Yede ( Yada)nin hakiki sahibi Türk’tür. Görüldüğü gibi yada taşı, hakimiyet konusunda çok önemli bir unsurdur. İnanışa göre yada taşına sahip olan Türk kağanları hükümdardır. Daha sonra hükümranlık, Oğuzlara geçmiştir. Ziya Gökalp,“Eski Türklerde Din” adlı yazısında, yağmur taşına tarih ve coğrafya kitaplarında da rastlandığına işaret ediyor ve Nuh’un gemisinin karaya oturuşundan sonra Nuh’un büyük oğlu Yafes’i doğuya yolladığını ve ona Türklerin “cide taş” adını verdikleri yağmur taşını verdiğini, bu taşa “yede taşı” da dendiğini, üzerinde “İsmi âzam, olduğu için, Yafesin istediği zaman bunun vasıtasıyla muradına nail” olduğunu naklen söylüyor. “Bu taş hakkındaki rivayetler o derece kuvvetlidir ki, artık ondan kimsenin şüphe etmesi mümkün değildir. Şimdi bile Türkler arasında bu cinsten bir taş mevcuttur.”diyor. İslâm Kaynakları’nda Türkler’in bir zamanlar ellerinde bulundurdukları taş; yağmur taşı anlamına gelen “Haccr-ül Matar” ya da “Seng-ı Cede” olarak isimlendirilmiştir. İslam kaynaklarında anlatılanlara baktığımızda, Türkler’in bu sihirli taşıyla Müslümanlar’ın da yakından ilgilendiklerini görüyoruz. İslâm tarihçilerinden İbn-ül Fakih’in kayıtlarında, Halife Ma’mun’un bu gizemli taş hakkında araştırma yapması için Nuh bin Esed’i vazifelendirdiği anlatılmaktadır. Nuh bin. Esed, Türkler arasında yaptığı incelemeler sonunda Halifeye, söz konusu haberlerin doğru olduğunu fakat olayın nasıl meydana geldiğini bir türlü anlayamadığını bildirmiştir Prof.Dr.Fuad Köprülü,”Eski Türklerde Dini-Sihri Bir Anane Yat veya Yağmur Taşı” adlı makalesinde yada taşının tarihçesi hakkında en eski malumatın hicri 301-302 seneleri arasında Türk memleketlerini gezmiş olan Ebu dulef Mis’ar İbn Mühelhel’in seyahatnamesinde bulunduğunu söyler.Köprülü aynı makalede yada taşı hakkında ikinci en önemli kaynağın Kaşgar’lı Mahmut’un Divan-ı Lügat-it Türk adlı eseri olduğunu belirtir. Prof. Dr. Şerefeddin yaltkaya’da “Yat Yahut Yağmur Taşı” adlı makalesinde Muhiddin bin Arabi’nin yağmur taşı ile yağmur yağdırmak adetinden bahsedenlerin eskisi olarak “ Bilgat-ül el gawas” adlı eserini göstermiş, bu makaleden sonra yaptığı araştırmalarda Cabir bin Hayan’ın 12. Yüzyıldan önce Elhavaisül Kebir Kitab el Bahs” da 5-57 sayfalarında yağmur taşından ve taşların birbirine sürtülerek yağmur yağdırıldığından bahsetmiştir. Yada taşının tarihçesi söz konusu olduğunda Prof. Dr. Fuad Köprülü bu konuda en eski memba olarak Mücmel el Tevarih adlı eseri gösterir. Türk’lere ait 11. Babta Nuh’unYafes’e yağmur duası öğrettiğini ve ona İsm-i Azam’ı bellettiğini, Yafes’in de bunu bir taşa kazıdıktan sonra boynunda taşıdığını söyler. 13 yüzyılda yine taşlarla yağmur yağdırma ve yada taşı önemli bir etkiye sahiptir. Şihabettin Ahmedin Nesevi’nin “ Celaleddin Harizm Şah” adlı eserinin Necip Asım tarafından yapılan çevirisinde rastlanan şu bilgi dikkat çekicidir: Velaşgerd önüne gelince şiddetli sıcak, kuraklık ve hayvanları taciz eden sineklerden halk şikayet etmeye başlamıştır. Bunun üzerine taşlarla yağmur yağdırmaya karar verilir. Yazar “biz buna inanmıyorduk fakat sonradan birçok tecrübelerle bunun gerçek olduğuna inandık” diyor. Ayrıca sultanın bu merasimi bizzat idare ettiğinden de bahsediyor. Fakat bu defa geceli gündüzlü arkası kesilmeden yağan yağmurdan şikayet eden halkın yağmur yağdırmak için sihir yapıldığına pişman olduğunu bidiriyor. Bu duruma göre 13. Yüzyılın başlarında taşla yağmur yağdırma olayı mevcuttu. Gören ve yazan kişi buna tanıklık etmekte önce inanmadığını fakat gözleriyle gördükten sonra inandığını belirtmektedir. Timur ve Uluğ Bey ( 1394- 1449) zamanlarında da çok önem verilen nefrit (yeşim) taşından bahsediliyor. Uluğ Bey Yedisu’dan geçerek Issık Gölü’nün kuzey kıyısını izleyerek yola düşüyor.Karşi’de bulunan ve daha önce Çin imparatorlarının külliyatlı bir para mukabilinde satın almak istedikleri iki nefrit parçasını iki bin kişiden oluşan bir kıta askerle Semerkand’a başka bir yoldan getirildiğini söylüyor. Taşların getirilmesi için özel arabaların yapıldığını ve Semerkand’a ulaşınca Timur’un mezarı üzerine konulduğunun kaydedildiğini bildiriyor. Yada taşı efsanesinin Çağatay divan edebiyatında da yer aldığını söyleyen Abdülkadir İnan Ali Şir Nevayi’nin divanındaki: “Yada Taşıga kan tegeç yığın yağkandek ey saki Yağar yağmurdek eşkin çün bolu la’lin şerab âbıd” Beyitini kaydetmekte ve Abuşka Lügatinde “yad” kelimesini “yağmur boncuğuna kurban kanı sürmekle yağmur yağar” diye açıklandığını ve Türkistan’da Timurlular ve Özbekler devrinde yazılan eserlerde yâd taşından bahsedildiğini bu efsaneye okur yazar insanların bile inandığını çağdaş Türk uluslarının folklorunda yâd taşı efsanesinin en çok yayılmış efsanelerden biri olduğunu belirtiyor. Bu konuda 1482 yılında yazılan Bayatlı Mahmudoğlu Hasan’ın” Cam-ı Cem Ayin” adlı eseri önemlidir. Bu önemin sebebi eserin taşla yağmur yağdırma adetininTürk’lerin İslamı benimsemesinden sonra İslami unsurlarla nasıl açıklandığını gösteren bir örnek olmasıdır. Burada Nuh’un Adem’in yeryüzüne inişinden 2250 yıl sonra dünyaya geldiği Nuh tufanı olayının olduğu geminin Cudi Dağı’nda iken tufanın durduğ, gemideki insanların dışarı çıkınca Nuh’un oğullarından Sam, Ham, ve Yafes’in haricindekilerin öldüğü Trüklerin atasının Yafes olduğu, Nuh’un yağmur yağdırmaya yarayan Yada taşını Yafes’e vererek onu doğuya gönderdiğianlatılmaktadır. Böylece yada taşının tarihi Nuh’dan başlatılıp Yafes’e oradan da Türk’lere ulaştırılmaktadır. Fuat Köprülü Mahmud bin Mansurun eserine dayanarak Yada Taşı için Kolayca ufalanabilir, büyük bir kuş yumurtası kadar olup 3 türlüdür: Kırmızı beneklerle dolu beyaz toz renginde, beyaz temiz ve koyu kırmızı, yahut muhtelif renklerde. Şekli hakkında muhtelif fikirler vardır”demektedir. Yada taşı ile nasıl yağmur yağdırıldığı hususunda da çeşitli rivayetler vardır. Bazılarının bu taşı yüksekten alçağa doğru akan suyun içine konulduğunu, bazıları da bunun kullanılışını yalnız Türkler’in bildiğini, bunu kimseye söylemeyip sır tutuklarını, kimseye öğretmediklerini söylüyor. Türkler, tabiatın hassas dengelerini korumak konusunda son derece dikkatli davranmışlardır. Özellikle av ve süngü törenleri dolayısıyla tabiatın dengesini bozmamak için dikkat ederlerdi. Yat törenlerini bilhassa kışın yapmamak gerektiğine çünkü bu işlem bitki ve hayvanlara zarar vereceğine inanırlardı. Yazın da buna sık sık başvurmamak lazımdı, zira sıcak ve yağışın bir arada olmasının pek çok kurt ve böceğin ortaya çıkmasına sebep olacağına inanırlardı. Yadacılığı meslek edinmiş kimselerin hepsi yoksul kimselerdir. Yadacıların yada yapışlarında çoluk çocuklardan birinin ölmesi veya elindeki malını yitirmesi veya hayvanlarının çalınması gibi bir felakete uğradıkları kendilerinden duyulmuştur. Hükümdarlar yadacıların kayıplarını her defasında tazmin etmeye çalışmıştır. Batılı kaynaklarda da Yada taşının izlerine rastlanır. Türklerin kültür hayatı, folkloru ve etnografyası üzerine önemli çalışmalar yapan Radloff, 1861 yılında Altay’da Abakan Irmağı çevresinde bulunduğu sırada yağmur taşı ile ilgili olaya tanık olur. Bu defa şiddetli yağmurdan kurtulmak için Radloff’un rehberi, olan bir Yadacı yağmurun dinmesi için taşı kulanıyor. Radloff “Aus Sibieren” ve “Proben” adlı eserinde bundan bahseder. Ebu Dulef Mühelhel, İrtiş boylarında oturan namı büyük Türk kavmi Kimek’ten bahsederken, onların her istedikleri vakit yağmuru getiren bir taşları olduğunu belirttikten sonra, bu hadiseyi gözüyle gördüğünü bildiren ilk müellefin Kaşgarlı Mahmut olduğunu söylüyor. Sonra aynı asrın ortalarında yazılmış olan Gerdizi’nin Zeyn’ül Ahbar’ında; Nuh’un Yafes’e verdiği taşı anlatıyor. Celâleddin Harizmşah’ın bizzat aşırı derecede yağmur yağdırma olayını da anlatan, 13. Yüzyıla ait bir eserden de şunları öğreniyoruz. 892 yılında Maveraünnehir Samani Hükümdarı İsmail İbni Nâsır’ın Türklere savaş açtığını fakat Türklerin yada taşı ile şiddetli yağmur ve dolu yağdıracağını haber alınca “bunun aslı olmaz” diyerek önem vermediğini, birden gökyüzündeki kara bulutları ve şiddetli yağışı görünce hemen atından atlayıp Allah’a secde ettiğini ve bu suretle bulutların yön değiştirdiği belirtiliyor. Kaynaklara göre Yağmur taşı yumuşak ve büyük bir kuş yumurtası büyüklüğünde olup üç türlüdür diyen Prof.Dr. Faruk Sümer, bazılarının, taşın Çin’in doğu sınırlarındaki madenlerde olduğunu, bazılarının da Çin’deki Sürhab adlı kırmızı kanatlı bir su kuşunun mahsulü olduğunu söylediklerini ve taşın nasıl kullanılacağı hususunda anlaşmazlık olduğunu, bazılarını da “aşağı akan bir suyun içine atılır” dediklerini, birçoklarının da bunu kullanma sırrı ve metoduna sadece Türklerin vâkıf olduklarını ve kimseye öğretmediklerini anlatmaktadır. Şaban Şifâî, yağmur yağdırmak üzere yağmur taşının yüksek bir yere asılması gerektiğini söylüyor. Türklerin yede dediği ve bazısının renginin toprak rengi ve beyaz olduğunu, üzerinde kırmızı noktalar bulunduğunu, bazısının muhtelif renklerde olduğunu, birçok çeşidinin görüldüğünü ve madeninde anlaşmazlıklar olduğunu söylüyor. Taşın nerede bulunduğu üzerine de anlaşmazlıklar vardır. Bazıları bu taşın “hayvanî” olduğunu savunur ve taşın hanazir cinsinden bir hayvanın karnında bulunduğu zikreder. Bazı kimseler Çin iklimlerinde ve İran’daki bir çeşit ördekte olduğunu, bazı kimseler ise serhab denilen kırmızı kanatlı bir su kuşunda bulunduğunu, bu kuşun suyun sığ olduğu yerlerde yuva yaptığını, yaz günleri o yuvanın olduğu yerdeki su çekilince kuşun yuvasının bulunduğu yerin kazıldığını ve taşın bu şekilde bulunduğunu söylerler. Ayrıca bu kuştan Mısır diyarında da Semur ismiyle bahsedildiğini belirtmek gerekir.. Şaban Şifâî Yağmur yağdırma işlemini şöyle anlatıyor: “Mücerret bir tarafa su koyup içine taşı koyar, yüksek bir yere asarlar.” Bir yadacının akıbetinin hikayesi ise dikkat çekicidir: Harzemşah Sultanı Mehmet, Çengiz Han istilasından önce Çin tarafına yaklaşırken çok fazla kar ve yağmura maruz kalır. Bu halin yağmur taşı kullanan bir yadacının eseri olduğunu öğrenince o şahsı huzuruna getirtir, siyah keçelere sarıp gömdürür. Böylece yağmur ve kar kesilir. Taşın kullanım şekliyle ilgili Şaban Şifâî şu önemli ilaveyi de yapıyor: “bir cemaatin taşı mücerret ıslatmasıyla yağmur vücuda gelmez, bu onun kullanılışını bile sihirbaz şahsa bağlıdır. Bazı zevat, balıkta ve insanda bulunan taşlarla dahi o ameli bilenler yağmur, kar ve dolu yağdırabilir, şiddetli rüzgâr estirebilirler.” Yada taşıyla ilgili şu hikayeyi de anmak gerekir: Türkistan’da iki bölge arasındaki bir geçitten hayvanlar geçirilirken hayvanların ayaklarına keçe sarılır ve yavaş yürütülür. Çünkü hayvanların tırnakları yerdeki taşlara sürttüğü vakit hemen bulutlar peydah olur ve yağmur yağmaya başlar. Eğer hayvan sürüsü yeterince büyükse büyük tufanların oluştuğu anlatılır. Bu durum yada taşıyla ilgili belirgin izler taşır. Ayırca Türkistan’daki bu geçitten geçerken yüksek sesle bağırmak, bir şey yıkamak, siyah renkli bir nesneyi suya bırakmak vb. caiz görülmez. Bunlardan biri bile yapılsa yaz dahi olsa yağmur ve karın arkası kesilmediği belirtiliyor. Ziya Gökalp, “Eski Türklerde Din” adlı makalesinde taşın rengi, şekli, yapısı ve bulunduğu yer hakkında Kaşgarlı Mahmut’a dayanarak şu bilgiyi veriyor: “Kimin yanında taş bulunursa şimşek onu yakmaz” Sonra taşın iki alametini aynı esere dayanarak veriyor: “Taş bir bez içine sarılıp ateşe atılırsa taş yanmadığı gibi, bez de yanmaz. Susamış olan biri bu taşı ağzının içinde tutarsa susuzluğu gider.” “Taş, siyah ve beyaz olmak üzere iki türlü imiş. Beyazına “örünk kaş” siyahına, “kara kaş” denilirmiş. (Örünk, Doğu Türkçesinde ak manasındadır) Beyaz taş mühür suretinde beraberinde taşınır ve bu surette yıldırımdan, susuzluktan ve şimşekten korunulurmuş. Taşların bulunduğu yer hakkında şu bilgiyi de görüyoruz: Huten şehrinin iki tarafında akan iki ırmak vardır ki bunlardan birine “örünk kaş öküz”, diğerine “kara kaş öküz” namı verilir. (öküz ırmak manasındadır) Kaşgarlı Mahmut’a göre birinci ırmakta beyaz taş, ikincisinde ise siyah taş bulunur. Söyleşi sonrasında İlter Yeşilay’a katılımlarından dolayı Hanifi Işık tarafından bir “Teşekkür Belgesi” takdim edildi. İLESAM üyelerinden Ramazan Topoğlu ise İlter Yeşilay’a sembolik olarak bir taş (yada taşı) hediye etti. Etkinliğin ikinci yarısını oluşturan Şiir Dinletisi Necati Özdenkoş tarafından gerçekleştirildi. Hanifi Işık, İhsan Hökelekli, Murat Haydaroğlu, Orhan Vergili, Tülin Hatun Şenel, Aida Zeynalova, Halil Yazanel, Sevgi Salman, Niyazi Bali, Ali Kemal Parıldar, Necati Aslan, Seyfettin Çoban, Sibel Unur Özdemir, İsmet Ulaş, Merih Baran, Hüseyin Ünlü, Musa Ay, Prof. Dr. İsmail Özçelik, Ahmet Sami, Ramazan Topoğlu, Celal Oğan, Bayram Yelen, Nalan Pulat, İsmail Başkaraağaç, Zeynel Yeşilay, Sedat Sözer, Can Görev, Cenap Erat, Selahattin Aydemir, Mahir Ünat, Cahit Karaç, Hayrettin Gültekin, Fevzi Gökalp, Sadık Kılıç, Ali Kahraman, Tuncay Ulusoy, Şemsettin Güneş, Recep Sarıkaya, Rıza Odabaşı ve Volkan Yeşilay da etkinliğe katılan isimler arasındaydı. İLESAM çatısı altında güzel bir Cumartesi etkinliği daha gönüllerdeki yerini aldı. İLESAM Şiir Dinletilerimize şiire, sanata ve kültüre gönül veren herkesi- üyemiz olsun veya olmasın-bekliyoruz. Unutmayın! Haber Metni: Sibel Unur Özdemir Fotoğraflar: Sibel Unur Özdemir & Bayram Yelen (*) Yrd. Doç. Dr. Ahmet ÖĞRETEN ve Ankara Üniversitesi veri tabanından Doç. Dr. Hikmet Tanyu’nun araştırmalarından faydalanılarak makale haline getirilmiştir. KAYNAKÇA: 1.Abdulkadir İnanTarihte ve Bugün Şamanizm,Ankara 1995.S160-161 2Kaşkarlı Mahmut,Divan-ı Türk,III,Tercüme:Besim Altay,Ankara,1992,s.3 3.K.K.Yudahin,Kırgız Sölüğü,II.,Ankara 1994,s.715 4.O.Turan,a.g.e,s.127 5.Şerafettin Yaltkaya,”Yat yahut Yağmur Taşı”,Gündüz Dergisi,Cilt 1,Sayı 3,15 Haziran 1936,s.67-68 6.Celal Yıldırım,Kur’an-ı Kerim ve Tefsiri,Tercüman yayını,s.571-572 7.Z.Gökalp,Eski Türkler’de Din,s403 8.A.İnan,Şamanizm,s.164 9.Z.Gökalp,Eski Türkler de Din,s.403 10.A.İ.nan,Şamanizm,s.163 11.Köprülüzade,ag.mak,s.9,Dipnot 1,F.Sümer,a.g.mak.s.2538 12.Köprülüzade,a.g.mak,s.9,not 1,H.Tanyu,age.64 13.J.P.Roux,a.g.e,s.69-70 14.A.İ.nan,Şamanizm,s.163 TÜRKİYE İLİM ve EDEBİYAT ESERİ SAHİPLERİ MESLEK BİRLİĞİ İLESAM GENEL MERKEZİ Adres : İzmir 1.Cad. No: 33/16 Aydın Apartmanı, Kat:4 Kızılay / ANKARA Tel : 0 312 419 49 38 Faks : 0 312 419 49 39 Web : www.ilesam.org.tr E-Posta : ilesam@ilesam.org.tr
İLESAM CUMARTESİ SOHBETLERİ ve ŞİİR DİNLETİSİ (18 KASIM 2017) “Türklerde Yağmur Taşı”
“Türklerde Yağmur Taşı”
Edebiyatın, sanatın, kültürün ve aktüel konuların konuşulduğu, şiirlerin okunduğu etkinliklerine devam eden Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliğinin Cumartesi toplantılarından biri daha 18 Kasım 2017 tarihinde İLESAM Kültür Evinde gerçekleştirildi.
İLESAM Haysiyet Kurulu üyelerinden Hanifi Işık’ın yaptığı açılış konuşmasıyla başlayan program, İLESAM Genel Başkan Yardımcısı İlter Yeşilay’ın “Türklerde Yağmur Taşı” konusunu anlatması ile devam etti.
Sayın İlter Yeşilay hanımefendiye konuşma metnini bizlerle paylaştığı için teşekkür ediyor ve metni sizlere aynen aktarıyoruz:
YAĞMUR TAŞI ROMANINI YAZMAMIN SEBEPLERİ
Atalarımızdan bizlere yadigâr kalan birçok veciz söz içerisinde beni en etkileyenlerden biri “Maziyi bilmeyenin Atisi olmaz” yani geçmişini bilmeyenin geleceği olmaz sözüdür. Öyle ya biz kimiz? Tarih sahnesine ne zaman çıkmışız? Atamız, kültürümüz, gelenek göreneğimiz, dilimiz nedir? Bunları bilmeyen biri sağlam temeller üzerine bir gelecek konumlandırabilir mi? Bunun cevabı elbette ki “hayır” olmalı…
Biz Türk’ler binlerce yıldır tarihin sahnesinde var olmuş ve büyük medeniyetler kurmuş bir milletiz. Genetik kodlarımızda var olan özelliklerimizi şöyle sıralayabiliriz. Türkler edepli, terbiyeli, akıllı ve azimlidir. Hoşgörü ve tedbir sahibidir. Sağlam yapılıdır, cesurdur, kahramandır. İyi bir savaşçıdır. Türkler, sadece korkulması gerekenden korkarlar. Tarih boyunca iyi savaşçı oldukları için, tüm devirlerde dünyanın en seçkin askerlerinden sayılmışlardır.
Şu anda dünya üzerinde 350 milyon Türk yaşamaktadır. Günümüzde Prof. Dr. Nurullah Çetin hocamızın da dediği gibi “kökü bir, dili bir, dini bir, tarihi bir, ırkı bir olan Türkistan Türklüğünü; birleşip bütünleşmesinler diye ayrı ayrı devletlere, dillere, coğrafyalara ayırdılar. Her Türk boyunu ayrı bir devlet ve millet olarak parçaladılar.”
Kültür emperyalizmi bu parçalama çalışmalarının önemli bir bölümüdür. Bazı gençlerimizin maalesef öz kimliklerinden uzaklaşarak ve büyük bir tarihin ve kültürün parçası olduklarını unutarak Batı ve Amerikan özentisi hal ve tutumlar içinde olmaları beni her zaman üzmüştür. Elbette ki medeniyetin teknolojik, bilimsel bilgi ve ürünlerinden faydalanalım. Elbette ki onlarla diyalog içinde olalım, gidelim gelelim. İnsani düzeyde dostluklar kuralım. Fakat kendi kimliğimizi geleneğimizi göreneğimizi, dilimizi, dinimizi ve bizi biz yapan öz değerlerimizi unutacak kadar kendimizden vazgeçmeyelim. Bu sentezi çok dikkatli bir şekilde kurmamız gerekmektedir.
Yunan Mitolojisine ait, Zeus’u, Afroditi, Poseidonu, Medusayı bilenler tabii ki bilsinler ama Kayra Han’ı, Ak Anayı, Erlik Hanı, Umay Anayı, Oğuz Kaan’ı ve Dedekorkut’u da bilsinler…
Hayatı yaşadığı an ve zaman sananlar kim olduklarını bilmedikleri için ne olacağını da bilmekten çok uzaktırlar. Bu benim kitabımın da ana fikrini oluşturur.
Fakat Atatürk’ün bile büyük bir merakla nerden geldiğimize dair bilgileri araştırdığını düşünürsek; bizim bu konuda gençlerimize yardımcı olacak ve onların ilgisini kendi efsanevi tarihini araştırmaya yöneltecek çalışmaların çok kısır olduğunu görürüz. Dünya sinemasında ve edebiyatında içinde Zeus’un, Afrodit’in, Eros’un veya Mısır Tanrısı Ra, veya Firavunların konu olduğu yüzlerce fantastik film çekilirken, kitaplar yazılırken bizde asla böyle bir çalışma içine girilmemiştir. Girilse de ya çok azdır ya da ilgi çekebilecek seviyede değildir. Bilenleri tenzih ederim ama bizim gençlerimize dönüp Oğuz Kaan kimdir desek acaba kaçı tam olarak cevap verebilir?
Bakın bizim bilmediklerimizden ve bildirmediklerimizden kimler faydalanıyor. Yıllarca sinemaları tıka basa dolduran ve çoğunu gençlerimizin teşkil ettiği Yıldız Savaşları filmindeki Bilge Ceday ve Cedi isimleri nerden alınmıştır dersiniz? Elbetteki bizim mitlerimizden. Hem de Yada Taşı’ndan… Peki bilmem kaç bölümlük Yüzüklerin Efendisi serisindeki uçan canavar kuşların bizim Merküt Kuşu olduğunu, Ak büyücü Gandalf’ın bizim Ak Kam, Kara büyücü Saruman’ın bizim Kara Kam dediğimiz mitolojik kam büyücüleri karakterlerimizden çalındığını, görmeyelim mi? yer altında Kara büyücü Saruman tarafından yaratılan Ork’lar, Uruk Hai ler aynı bizim mitolojimizdeki yer yüzüne çıkması yasaklanan yer altı Tanrısı Urlik Hanın yaratıp savaşmak için dünya üzerine gönderdiği Abra ve Yutpa adlı yılanlara ne kadar benziyor… Yüzüklerin efendisi romanından uyarlanan filmdeki kötülüklerin efendisi olan Sauron’un bizim mitlerdeki Urlik han olduğu ve Sauronun en büyük yardımcısı Nazgul’ların bizim mitlerimizde Urlik’in savaşçı tayfları Kem’ler le ne kadar benzediğini düşünmeliyiz.
Hele Elflerin en yaşlısı olan ve bembeyaz gümüş simli kıyafetler içinde beyaz uzun saçlarıyla süzülen tanrısal Galadriel adlı güzel Elf kadın karakteri bizim Umay Ana’ya nasıl da benziyor
Orta Asya da bazı arkeolojik buluntulardan anlaşıldığına göre Umay ana motifi, beyaz saçlı ve beyaz giyimli olarak, insan biçimci bir görünüm sergilemektedir. Altay Türkleri onu göklerden inen gümüş saçlı, güzel yüzlü bir kadın olarak düşünmüşlerdir.
Mesela Yüzüklerin efendisindeki ormanı koruyan, tabiatın ve insanın iyiliği için konuşan hatta savaşan ağaçlar Ent leri ele alırsak kökeninde yine bir Türk efsanesini buluruz. Bazı Türk boyları özellikle Uygur’lar ağacın kutsallığına inanırlardı. İki nehrin kavşağındaki bir adacıkta yan yana duran iki ağacın arasına düşen yıldırım sonucunda beş çadır ve içlerinde beş çocuk belirir oradaki kavimlerce bulunup büyütülür ve bu ağaçlara çok saygı gösterilir ağaçlarda onlarla konuşup sürekli insanlar ve doğanın düzeni için hayır ve iyilik dilerler. Ne büyük benzerlik değil mi? Bence Yüzüklerin efendisi serisinin yazarı Tolkien kesinlikle Türk mitolojisini araştırmış hatta Dedekorkut’un hikayelerini de okumuş olmalı.. Yoksa Tepegöz karakterimizi de filminde alnının ortasında tek gözü olan devler olarak kullanmazdı değil mi? Üstelik filmdeki Sauron’un tepede duran ve herkesi gözleyen tek bir göz olduğu da filmde aşikar olarak görünüyor.
Bütün bunları gördükçe anladıkça araştırdıkça ortada büyük bir eksikliğimizin olduğunu gördüm. Elin oğlu bizim mitolojimizden aldığı fikir ve karakterlerle kitaplar yazıp milyon dolarlık filmler yapıyor biz de gidip dünyanın parasını veriyor ve onları okuyor, seyrediyor yine onlara kazandırıyoruz. Peki biz neden böyle şeyler yapamıyoruz? İşte bu eksiklik bende Mitolojik unsurlarımız etrafında geçmişte ve günümüzde gelişen bir roman yazma isteği verdi. Bir büyük maceranın içinde çok katmanlı gelişen ve heyecan dozu, sürükleyiciliği yüksek bu romanın içerisindeki figürler, fikirler ve karakterler belki de gençlerimizin beyninde kökü tarihin derinliklerinde olan geçmiş kültürümüzü araştırmaya, yöneltebilir hatta geleceğimiz için hangi yolda gideceğimize dair bir küçük kıvılcım yaratabilirdi. İşte romanıma Türk’lerin atası Yafes’in ağzından yazdığım şu sözlerle başladım:
Ben Yafes!...
Kutlu Nuh Peygamberin üçüncü oğlu…
Topraklarında, bereketli bağları, bahçeleri, meyveli ağaçları, temiz ve berrak suları olan; ineklerin memelerinden yağlı sütlerin aktığı, yağız atların ovalarda dörtnala koştuğu, semiz koyunların geniş otlaklarda otladığı, yiğit oğlanların ve al yanaklı kızların diyarı;
Türkistan illerinin büyük ve adil hükümdarıyım!
Ey Oğul
Gökte su, yerde toprak helak olmadıkça verdiğim bu kutsal emanetle seni bütün güçlerin üstündeki bir güçle ödüllendirdim..
Ummanları, selleri, fırtınaları aşarak dünyanın tohumunu toprağa ulaştıran şefaatli babama, Melek Cebrail tarafından verilen ve soyumuzda kalması gereken bu kutlu taşın adı Yada Taşıdır. Elinde olanı hakim güç kılan ve Tanrı’nın adıyla şereflendirilmiş emaneti, adil, akil, ve gücünü merhametli yüreğinden alan oğlum Türk’e kendi isteğimle emanet ediyorum.
Ey Türk!
Bundan böyle Tanrı’nın sana verdiği hükümdarlık kutuyla;
Yıldırımlara ve dahi yağmurlara, sellere ve dahi fırtınalara ve sınırlarını genişleteceğin bereketli topraklara sen ve senden sonra gelen soyun hükmedecek!
Bu emaneti iyi koru ve bil ki sen devletler kurup ülkeler fethederken, gücünü yok etmeye kalkışanlar, seni çaresiz bırakıp topraklarına göz dikenler ve kutsal taşını elinden almak isteyenler olacak.
Açların, yoksulların, ezilenlerin, hakça yaşaması için,
Kötülüklerin ve kötülerin yerle bir olması için,
Şeytanın dünyada egemen olmaması için
Güç artık senin elindedir.
Adil ol ve hâkim ol,
Tanrı seninle beraberdir!
“TÜRK’LERDE YADA TAŞI” HAKKINDA YAPILAN ARAŞTIRMALAR(*)
Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm adlı eserinde “Yada, Cada, Yat Taşı ve Yağmur Tılsımları” başlıklı bölümde önemli bilgiler sunmaktadır. İnan, bunun çok eskiden beri yaygın bir inanç olduğunu, Büyük Türk Tanrısının Türklere “YADA” denilen sihirli bir taş armağan ettiğini, bununla yağmur, kar, dolu yağdırıldığını, fırtına çıkartıldığını ve bu taşın her çağda Türk Şamanlarının ve büyük Türk komutanlarının elinde bulunduğunu, Şamanistlere göre zamanımızda da büyük kamların ve yadacıların ellerinde bulunduğunu belirtiyor. Yine aynı eserde Abdülkadir İnan, yada taşının her Türk lehçesinin fonetik özelliklerine göre muhtelif şekillerde ifade olunduğunu, Yakutça’da “SATA”, Altayca’da “CADA”, Kıpçak grubuna dahil lehçelerde “CAY” diye söylendiğini belirtir. Yada taşının adının yede, ceda, cadı ve yeda şeklinde yazılışlarıyla da karşılaşıyoruz. Ahmet Vefik Paşa Lehçe-i Osman adlı eserinde “yeda” ifadesini kullanmıştır.
Prof. Dr. Fuat Köprülü ise “Eski Türklerde Dinî-Sihrî Bir Anane yâd veya Yağmur Taşı” isimli makalesinde yâd ismini kullanmış ve bilhassa yağmur taşının karşılığı olan dinî ve sihrî bir gelenek olarak incelendiğini belirtmiştir. Aynı makalede “yat, yede, yada, cede, ceda, nın aynı adlar olduğu, cedeci, yedeci gibi tabirlerin eskinin Farsçalaşmış bir şekli olduğu belirtilir. Ziya Gökalp, eski Türklerde din konusunu işlerken Kaşgarlı Mahmut’un Türkçe’de kerametin bir türüne “yâd” adı verildiğini ve eski Türklerde “kaş” adı verilen bir taş olduğunu, bu taşla yağmur yağdırıldığını, bundan dolayı bu taşa “yağmur taşı” da dendiğini, bu taşla rüzgar da estirildiğini, yaz ortasında kar bile yağdırıldığını bu taşa çoğu yerde yâd taşı da dendiğini sonradan yada taşı, ceda taşı, yeda taşı adları verildiğini ve bu kelimenin Fransızca’ya jade şeklinde geçtiğini, Acemlerin bu taşa yeşim adını verdiklerini, kelimenin aslında Türkçe olduğunun farzedilebileceğini, Kaşgarlı Mahmut’un “kimin yanında bulunursa şimşek onu yakmaz” dediğini belirtiyor.
Eski eserler Ansiklopedisi’nde yada taşı hakkında verilen bilgilerde, yeşim ve yâd kelimelerine odaklanılır. Yeşimin Farsçasının “yeşip” olduğu, eski milletlerin buna yağmur taşı, yâd dedikleri, yâdın kehanet demek olduğu, yâdlamanın sihir yaptırmak anlamına geldiği, eski Türklerin bu taşla sihir yapıp yağmur yağdırdıkları anlatılmaktadır.
Yada taşının tarihçesine baktığımızda, 10. ve 11. Yüzyıllardaki eserlerin Yada hakkında bilgiler nakletmeye başladığını görürüz. Firdevsî Şehname’de, yadaya, Moğolca’da ced denildiğinden ve yadacılıktan, bu işin bir sihir olduğundan, Tuluy Han zamanındaki yağmur yağdırma olayından, Hıtay askerlerinin perişan olduğundan bahsediyor.
Yada taşının bir dinî-sihrî işlemle yağmur, dolu, kar yağdırttığı, rüzgâr estirdiği hakkındaki söylentilerin hemen bütün Türk kavmini sardığı gibi Çin’e, Moğollara ve Ural-Altay kavimlerinin genişliğince bir alana kadar yayılmış bulunduğu bilinmektedir. Bu durumda bu taşın tarihçesi hakkında Türk ve yabancı pek çok fikir ileri sürülmüş pek çok çalışma yapılmıştır. Rıza Çavdarlı, Yada taşının tarihini Taş Devrine kadar dayandırır. Abdülkadir İnan ise bu taş hakkındaki ilk bilgilere Çin kaynaklarında rastlanıldığını, Tang hanedanının tarihine göre dişi kurttan türemiş “İçjininişibu” isimli bir kişinin doğaüstü özelliklere sahip olduğunu, yağmur yağdırıp fırtına çıkartabildiğini belirterek 449 yılı olaylarından bahseden bir kitapta geçen “Yüeban ahalisinden bazı kahinlerin Cücenlerin saldırılarına karşı şiddetli yağmur yağdırdıkları, fırtına çıkardıkları ilk olarak kaydedilmiştir” ifadesini eserine alıyor.
*Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın Umumi Türk Tarihine Giriş adlı eserinde Yada taşının izlerine rastlanır. Togan, “İlk Türkler hakkında eski Türk, Çin, İran rivayetlerinde bilgiler olduğunu, bunlardan birinin 6. yüzyıl veya daha önce belirli bir şekil alan ve Çinlilerce bilinen M.Ö. 366-558 tarihinde geçen Göktürk-Çin versiyonu, diğeri de 8.yüzyılın ilk yarısında yazılan iki eserden alınarak Selçuklular adına 1126’da yazılan anonim “mücmel ut-tavarih va’l kısas” kitabında geçen İran-Hazar versiyonu şekillerinde bize ulaştığını, ayrıca Issık Göl civarında yaşayan ve devletin meşru hükümdarı olan Türk ile Ceyhun’da yaşayan amcazadesi Oğuz arasında yada taşı yani milletler üzerinde hakimiyeti temsil eden tılsımlı bir taş yüzünden uzun savaşlar cereyan etmiş olduğunu Türk’e, Çin tarafından gönderilen 10 şaman, yani batı Göktürklerin “on ok” kabilelerinin ilim sahibi olan cedleri geldikten sonra bu hakimiyet sırrının tekrar Türk’ün elinde kaldığından bahsediliyor.
Netice olarak Çinlilerin, Türklerin kudretini iyi cins at ve süvarilikte bulmalarına rağmen, Ön Asya kavimleri bu sırrın yada taşında olduğuna inanmışlardır. Ayrıca Türklerin en eski zamanlardan beri cihangir bir millet, devletçi ve asker bir millet olarak telakki olduğunun şüphe götürmez bir gerçektir. Dünyaya hakimiyetin tılsımı olan Yede ( Yada)nin hakiki sahibi Türk’tür.
Görüldüğü gibi yada taşı, hakimiyet konusunda çok önemli bir unsurdur. İnanışa göre yada taşına sahip olan Türk kağanları hükümdardır. Daha sonra hükümranlık, Oğuzlara geçmiştir.
Ziya Gökalp,“Eski Türklerde Din” adlı yazısında, yağmur taşına tarih ve coğrafya kitaplarında da rastlandığına işaret ediyor ve Nuh’un gemisinin karaya oturuşundan sonra Nuh’un büyük oğlu Yafes’i doğuya yolladığını ve ona Türklerin “cide taş” adını verdikleri yağmur taşını verdiğini, bu taşa “yede taşı” da dendiğini, üzerinde “İsmi âzam, olduğu için, Yafesin istediği zaman bunun vasıtasıyla muradına nail” olduğunu naklen söylüyor. “Bu taş hakkındaki rivayetler o derece kuvvetlidir ki, artık ondan kimsenin şüphe etmesi mümkün değildir. Şimdi bile Türkler arasında bu cinsten bir taş mevcuttur.”diyor.
İslâm Kaynakları’nda Türkler’in bir zamanlar ellerinde bulundurdukları taş; yağmur taşı anlamına gelen “Haccr-ül Matar” ya da “Seng-ı Cede” olarak isimlendirilmiştir. İslam kaynaklarında anlatılanlara baktığımızda, Türkler’in bu sihirli taşıyla Müslümanlar’ın da yakından ilgilendiklerini görüyoruz.
İslâm tarihçilerinden İbn-ül Fakih’in kayıtlarında, Halife Ma’mun’un bu gizemli taş hakkında araştırma yapması için Nuh bin Esed’i vazifelendirdiği anlatılmaktadır. Nuh bin. Esed, Türkler arasında yaptığı incelemeler sonunda Halifeye, söz konusu haberlerin doğru olduğunu fakat olayın nasıl meydana geldiğini bir türlü anlayamadığını bildirmiştir
Prof.Dr.Fuad Köprülü,”Eski Türklerde Dini-Sihri Bir Anane Yat veya Yağmur Taşı” adlı makalesinde yada taşının tarihçesi hakkında en eski malumatın hicri 301-302 seneleri arasında Türk memleketlerini gezmiş olan Ebu dulef Mis’ar İbn Mühelhel’in seyahatnamesinde bulunduğunu söyler.Köprülü aynı makalede yada taşı hakkında ikinci en önemli kaynağın Kaşgar’lı Mahmut’un Divan-ı Lügat-it Türk adlı eseri olduğunu belirtir.
Prof. Dr. Şerefeddin yaltkaya’da “Yat Yahut Yağmur Taşı” adlı makalesinde Muhiddin bin Arabi’nin yağmur taşı ile yağmur yağdırmak adetinden bahsedenlerin eskisi olarak “ Bilgat-ül el gawas” adlı eserini göstermiş, bu makaleden sonra yaptığı araştırmalarda Cabir bin Hayan’ın 12. Yüzyıldan önce Elhavaisül Kebir Kitab el Bahs” da 5-57 sayfalarında yağmur taşından ve taşların birbirine sürtülerek yağmur yağdırıldığından bahsetmiştir.
Yada taşının tarihçesi söz konusu olduğunda Prof. Dr. Fuad Köprülü bu konuda en eski memba olarak Mücmel el Tevarih adlı eseri gösterir. Türk’lere ait 11. Babta Nuh’unYafes’e yağmur duası öğrettiğini ve ona İsm-i Azam’ı bellettiğini, Yafes’in de bunu bir taşa kazıdıktan sonra boynunda taşıdığını söyler. 13 yüzyılda yine taşlarla yağmur yağdırma ve yada taşı önemli bir etkiye sahiptir.
Şihabettin Ahmedin Nesevi’nin “ Celaleddin Harizm Şah” adlı eserinin Necip Asım tarafından yapılan çevirisinde rastlanan şu bilgi dikkat çekicidir:
Velaşgerd önüne gelince şiddetli sıcak, kuraklık ve hayvanları taciz eden sineklerden halk şikayet etmeye başlamıştır. Bunun üzerine taşlarla yağmur yağdırmaya karar verilir. Yazar “biz buna inanmıyorduk fakat sonradan birçok tecrübelerle bunun gerçek olduğuna inandık” diyor. Ayrıca sultanın bu merasimi bizzat idare ettiğinden de bahsediyor. Fakat bu defa geceli gündüzlü arkası kesilmeden yağan yağmurdan şikayet eden halkın yağmur yağdırmak için sihir yapıldığına pişman olduğunu bidiriyor. Bu duruma göre 13. Yüzyılın başlarında taşla yağmur yağdırma olayı mevcuttu. Gören ve yazan kişi buna tanıklık etmekte önce inanmadığını fakat gözleriyle gördükten sonra inandığını belirtmektedir.
Timur ve Uluğ Bey ( 1394- 1449) zamanlarında da çok önem verilen nefrit (yeşim) taşından bahsediliyor. Uluğ Bey Yedisu’dan geçerek Issık Gölü’nün kuzey kıyısını izleyerek yola düşüyor.Karşi’de bulunan ve daha önce Çin imparatorlarının külliyatlı bir para mukabilinde satın almak istedikleri iki nefrit parçasını iki bin kişiden oluşan bir kıta askerle Semerkand’a başka bir yoldan getirildiğini söylüyor. Taşların getirilmesi için özel arabaların yapıldığını ve Semerkand’a ulaşınca Timur’un mezarı üzerine konulduğunun kaydedildiğini bildiriyor.
Yada taşı efsanesinin Çağatay divan edebiyatında da yer aldığını söyleyen Abdülkadir İnan Ali Şir Nevayi’nin divanındaki:
“Yada Taşıga kan tegeç yığın yağkandek ey saki
Yağar yağmurdek eşkin çün bolu la’lin şerab âbıd”
Beyitini kaydetmekte ve Abuşka Lügatinde “yad” kelimesini “yağmur boncuğuna kurban kanı sürmekle yağmur yağar” diye açıklandığını ve Türkistan’da Timurlular ve Özbekler devrinde yazılan eserlerde yâd taşından bahsedildiğini bu efsaneye okur yazar insanların bile inandığını çağdaş Türk uluslarının folklorunda yâd taşı efsanesinin en çok yayılmış efsanelerden biri olduğunu belirtiyor.
Bu konuda 1482 yılında yazılan Bayatlı Mahmudoğlu Hasan’ın” Cam-ı Cem Ayin” adlı eseri önemlidir. Bu önemin sebebi eserin taşla yağmur yağdırma adetininTürk’lerin İslamı benimsemesinden sonra İslami unsurlarla nasıl açıklandığını gösteren bir örnek olmasıdır. Burada Nuh’un Adem’in yeryüzüne inişinden 2250 yıl sonra dünyaya geldiği Nuh tufanı olayının olduğu geminin Cudi Dağı’nda iken tufanın durduğ, gemideki insanların dışarı çıkınca Nuh’un oğullarından Sam, Ham, ve Yafes’in haricindekilerin öldüğü Trüklerin atasının Yafes olduğu, Nuh’un yağmur yağdırmaya yarayan Yada taşını Yafes’e vererek onu doğuya gönderdiğianlatılmaktadır. Böylece yada taşının tarihi Nuh’dan başlatılıp Yafes’e oradan da Türk’lere ulaştırılmaktadır.
Fuat Köprülü Mahmud bin Mansurun eserine dayanarak Yada Taşı için Kolayca ufalanabilir, büyük bir kuş yumurtası kadar olup 3 türlüdür: Kırmızı beneklerle dolu beyaz toz renginde, beyaz temiz ve koyu kırmızı, yahut muhtelif renklerde. Şekli hakkında muhtelif fikirler vardır”demektedir.
Yada taşı ile nasıl yağmur yağdırıldığı hususunda da çeşitli rivayetler vardır. Bazılarının bu taşı yüksekten alçağa doğru akan suyun içine konulduğunu, bazıları da bunun kullanılışını yalnız Türkler’in bildiğini, bunu kimseye söylemeyip sır tutuklarını, kimseye öğretmediklerini söylüyor.
Türkler, tabiatın hassas dengelerini korumak konusunda son derece dikkatli davranmışlardır. Özellikle av ve süngü törenleri dolayısıyla tabiatın dengesini bozmamak için dikkat ederlerdi. Yat törenlerini bilhassa kışın yapmamak gerektiğine çünkü bu işlem bitki ve hayvanlara zarar vereceğine inanırlardı. Yazın da buna sık sık başvurmamak lazımdı, zira sıcak ve yağışın bir arada olmasının pek çok kurt ve böceğin ortaya çıkmasına sebep olacağına inanırlardı.
Yadacılığı meslek edinmiş kimselerin hepsi yoksul kimselerdir. Yadacıların yada yapışlarında çoluk çocuklardan birinin ölmesi veya elindeki malını yitirmesi veya hayvanlarının çalınması gibi bir felakete uğradıkları kendilerinden duyulmuştur. Hükümdarlar yadacıların kayıplarını her defasında tazmin etmeye çalışmıştır.
Batılı kaynaklarda da Yada taşının izlerine rastlanır. Türklerin kültür hayatı, folkloru ve etnografyası üzerine önemli çalışmalar yapan Radloff, 1861 yılında Altay’da Abakan Irmağı çevresinde bulunduğu sırada yağmur taşı ile ilgili olaya tanık olur. Bu defa şiddetli yağmurdan kurtulmak için Radloff’un rehberi, olan bir Yadacı yağmurun dinmesi için taşı kulanıyor. Radloff “Aus Sibieren” ve “Proben” adlı eserinde bundan bahseder.
Ebu Dulef Mühelhel, İrtiş boylarında oturan namı büyük Türk kavmi Kimek’ten bahsederken, onların her istedikleri vakit yağmuru getiren bir taşları olduğunu belirttikten sonra, bu hadiseyi gözüyle gördüğünü bildiren ilk müellefin Kaşgarlı Mahmut olduğunu söylüyor. Sonra aynı asrın ortalarında yazılmış olan Gerdizi’nin Zeyn’ül Ahbar’ında; Nuh’un Yafes’e verdiği taşı anlatıyor. Celâleddin Harizmşah’ın bizzat aşırı derecede yağmur yağdırma olayını da anlatan, 13. Yüzyıla ait bir eserden de şunları öğreniyoruz. 892 yılında Maveraünnehir Samani Hükümdarı İsmail İbni Nâsır’ın Türklere savaş açtığını fakat Türklerin yada taşı ile şiddetli yağmur ve dolu yağdıracağını haber alınca “bunun aslı olmaz” diyerek önem vermediğini, birden gökyüzündeki kara bulutları ve şiddetli yağışı görünce hemen atından atlayıp Allah’a secde ettiğini ve bu suretle bulutların yön değiştirdiği belirtiliyor.
Kaynaklara göre Yağmur taşı yumuşak ve büyük bir kuş yumurtası büyüklüğünde olup üç türlüdür diyen Prof.Dr. Faruk Sümer, bazılarının, taşın Çin’in doğu sınırlarındaki madenlerde olduğunu, bazılarının da Çin’deki Sürhab adlı kırmızı kanatlı bir su kuşunun mahsulü olduğunu söylediklerini ve taşın nasıl kullanılacağı hususunda anlaşmazlık olduğunu, bazılarını da “aşağı akan bir suyun içine atılır” dediklerini, birçoklarının da bunu kullanma sırrı ve metoduna sadece Türklerin vâkıf olduklarını ve kimseye öğretmediklerini anlatmaktadır.
Şaban Şifâî, yağmur yağdırmak üzere yağmur taşının yüksek bir yere asılması gerektiğini söylüyor. Türklerin yede dediği ve bazısının renginin toprak rengi ve beyaz olduğunu, üzerinde kırmızı noktalar bulunduğunu, bazısının muhtelif renklerde olduğunu, birçok çeşidinin görüldüğünü ve madeninde anlaşmazlıklar olduğunu söylüyor. Taşın nerede bulunduğu üzerine de anlaşmazlıklar vardır. Bazıları bu taşın “hayvanî” olduğunu savunur ve taşın hanazir cinsinden bir hayvanın karnında bulunduğu zikreder. Bazı kimseler Çin iklimlerinde ve İran’daki bir çeşit ördekte olduğunu, bazı kimseler ise serhab denilen kırmızı kanatlı bir su kuşunda bulunduğunu, bu kuşun suyun sığ olduğu yerlerde yuva yaptığını, yaz günleri o yuvanın olduğu yerdeki su çekilince kuşun yuvasının bulunduğu yerin kazıldığını ve taşın bu şekilde bulunduğunu söylerler. Ayrıca bu kuştan Mısır diyarında da Semur ismiyle bahsedildiğini belirtmek gerekir..
Şaban Şifâî Yağmur yağdırma işlemini şöyle anlatıyor: “Mücerret bir tarafa su koyup içine taşı koyar, yüksek bir yere asarlar.”
Bir yadacının akıbetinin hikayesi ise dikkat çekicidir: Harzemşah Sultanı Mehmet, Çengiz Han istilasından önce Çin tarafına yaklaşırken çok fazla kar ve yağmura maruz kalır. Bu halin yağmur taşı kullanan bir yadacının eseri olduğunu öğrenince o şahsı huzuruna getirtir, siyah keçelere sarıp gömdürür. Böylece yağmur ve kar kesilir.
Taşın kullanım şekliyle ilgili Şaban Şifâî şu önemli ilaveyi de yapıyor: “bir cemaatin taşı mücerret ıslatmasıyla yağmur vücuda gelmez, bu onun kullanılışını bile sihirbaz şahsa bağlıdır. Bazı zevat, balıkta ve insanda bulunan taşlarla dahi o ameli bilenler yağmur, kar ve dolu yağdırabilir, şiddetli rüzgâr estirebilirler.”
Yada taşıyla ilgili şu hikayeyi de anmak gerekir: Türkistan’da iki bölge arasındaki bir geçitten hayvanlar geçirilirken hayvanların ayaklarına keçe sarılır ve yavaş yürütülür. Çünkü hayvanların tırnakları yerdeki taşlara sürttüğü vakit hemen bulutlar peydah olur ve yağmur yağmaya başlar. Eğer hayvan sürüsü yeterince büyükse büyük tufanların oluştuğu anlatılır. Bu durum yada taşıyla ilgili belirgin izler taşır. Ayırca Türkistan’daki bu geçitten geçerken yüksek sesle bağırmak, bir şey yıkamak, siyah renkli bir nesneyi suya bırakmak vb. caiz görülmez. Bunlardan biri bile yapılsa yaz dahi olsa yağmur ve karın arkası kesilmediği belirtiliyor.
Ziya Gökalp, “Eski Türklerde Din” adlı makalesinde taşın rengi, şekli, yapısı ve bulunduğu yer hakkında Kaşgarlı Mahmut’a dayanarak şu bilgiyi veriyor: “Kimin yanında taş bulunursa şimşek onu yakmaz” Sonra taşın iki alametini aynı esere dayanarak veriyor: “Taş bir bez içine sarılıp ateşe atılırsa taş yanmadığı gibi, bez de yanmaz. Susamış olan biri bu taşı ağzının içinde tutarsa susuzluğu gider.” “Taş, siyah ve beyaz olmak üzere iki türlü imiş. Beyazına “örünk kaş” siyahına, “kara kaş” denilirmiş. (Örünk, Doğu Türkçesinde ak manasındadır) Beyaz taş mühür suretinde beraberinde taşınır ve bu surette yıldırımdan, susuzluktan ve şimşekten korunulurmuş.
Taşların bulunduğu yer hakkında şu bilgiyi de görüyoruz: Huten şehrinin iki tarafında akan iki ırmak vardır ki bunlardan birine “örünk kaş öküz”, diğerine “kara kaş öküz” namı verilir. (öküz ırmak manasındadır) Kaşgarlı Mahmut’a göre birinci ırmakta beyaz taş, ikincisinde ise siyah taş bulunur.
Söyleşi sonrasında İlter Yeşilay’a katılımlarından dolayı Hanifi Işık tarafından bir “Teşekkür Belgesi” takdim edildi.
İLESAM üyelerinden Ramazan Topoğlu ise İlter Yeşilay’a sembolik olarak bir taş (yada taşı) hediye etti.
Etkinliğin ikinci yarısını oluşturan Şiir Dinletisi Necati Özdenkoş tarafından gerçekleştirildi.
Hanifi Işık, İhsan Hökelekli, Murat Haydaroğlu, Orhan Vergili, Tülin Hatun Şenel, Aida Zeynalova, Halil Yazanel, Sevgi Salman, Niyazi Bali, Ali Kemal Parıldar, Necati Aslan, Seyfettin Çoban, Sibel Unur Özdemir, İsmet Ulaş, Merih Baran, Hüseyin Ünlü, Musa Ay, Prof. Dr. İsmail Özçelik, Ahmet Sami, Ramazan Topoğlu, Celal Oğan, Bayram Yelen, Nalan Pulat, İsmail Başkaraağaç, Zeynel Yeşilay, Sedat Sözer, Can Görev, Cenap Erat, Selahattin Aydemir, Mahir Ünat, Cahit Karaç, Hayrettin Gültekin, Fevzi Gökalp, Sadık Kılıç, Ali Kahraman, Tuncay Ulusoy, Şemsettin Güneş, Recep Sarıkaya, Rıza Odabaşı ve Volkan Yeşilay da etkinliğe katılan isimler arasındaydı.
İLESAM çatısı altında güzel bir Cumartesi etkinliği daha gönüllerdeki yerini aldı.
İLESAM Şiir Dinletilerimize şiire, sanata ve kültüre gönül veren herkesi- üyemiz olsun veya olmasın-bekliyoruz. Unutmayın! Haber Metni: Sibel Unur Özdemir
Fotoğraflar: Sibel Unur Özdemir & Bayram Yelen
(*) Yrd. Doç. Dr. Ahmet ÖĞRETEN ve Ankara Üniversitesi veri tabanından Doç. Dr. Hikmet Tanyu’nun araştırmalarından faydalanılarak makale haline getirilmiştir.
KAYNAKÇA:
1.Abdulkadir İnanTarihte ve Bugün Şamanizm,Ankara 1995.S160-161 2Kaşkarlı Mahmut,Divan-ı Türk,III,Tercüme:Besim Altay,Ankara,1992,s.3 3.K.K.Yudahin,Kırgız Sölüğü,II.,Ankara 1994,s.715 4.O.Turan,a.g.e,s.127 5.Şerafettin Yaltkaya,”Yat yahut Yağmur Taşı”,Gündüz Dergisi,Cilt 1,Sayı 3,15 Haziran 1936,s.67-68 6.Celal Yıldırım,Kur’an-ı Kerim ve Tefsiri,Tercüman yayını,s.571-572 7.Z.Gökalp,Eski Türkler’de Din,s403 8.A.İnan,Şamanizm,s.164 9.Z.Gökalp,Eski Türkler de Din,s.403 10.A.İ.nan,Şamanizm,s.163 11.Köprülüzade,ag.mak,s.9,Dipnot 1,F.Sümer,a.g.mak.s.2538 12.Köprülüzade,a.g.mak,s.9,not 1,H.Tanyu,age.64 13.J.P.Roux,a.g.e,s.69-70 14.A.İ.nan,Şamanizm,s.163
TÜRKİYE İLİM ve EDEBİYAT ESERİ SAHİPLERİ MESLEK BİRLİĞİ
İLESAM GENEL MERKEZİ
Adres
:
İzmir 1.Cad. No: 33/16 Aydın Apartmanı, Kat:4 Kızılay / ANKARA
Tel
0 312 419 49 38
Faks
0 312 419 49 39
Web
www.ilesam.org.tr
E-Posta
Adınız Soyadınız
Girilecek rakam : 302794
Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.