İLESAM CUMARTESİ SOHBETLERİ ve ŞİİR DİNLETİSİ "Millî Birlik Ve Tarih İlmi" 23 Aralık 2017 Cumartesi,Saat:14.00 İLESAM Genel Merkezi Salonu " Millî Birlik Ve Tarih İlmi " Edebiyatın, sanatın, kültürün ve aktüel konuların konuşulduğu, şiirlerin okunduğu etkinliklerine devam eden Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliğinin Cumartesi toplantılarından biri daha 23 Aralık 2017 tarihinde İLESAM Kültür Evinde gerçekleştirildi. İLESAM Genel Başkanı Mehmet Nuri Parmaksız'ın yaptığı açılış konuşmasıyla başlayan program, Prof. Dr. İsmail Özçelik'in “Millî Birlik Ve Tarih İlmi”konusunu anlatması ile devam etti. Sayın Prof. Dr. İsmail Özçelik'e konuşma metnini bizlerle paylaştığı için teşekkür ediyor ve metni sizlere aktarıyoruz: Giriş Devlet; “ülke” adı verilen belirli bir toprak üzerinde yaşayan “insan” topluluğunun “egemenlik” anlayışı ve hukuku içinde, bir “siyasi iktidar” altında “örgütlenme”sidir. Devleti oluşturan ve değişmeyen bu temel öğelerden söz etmek gerekirse, bunlar devletin temel esasları olup her halükârda olması gereken unsurlardır. Bunlardan ilki insan unsurudur. Bu nedenle devlet mefhumunu siyaset bilimciler; “insan topluluklarının siyasi örgütlenmesi” olarak tanımlamışlardır. Bu tanıma göre insan unsuru devletin açıklanmasında birinci derecede önemlidir.[1] Milleti meydana getiren temel unsurlar soy, toprak, yurt veya vatan ile emek birlikteliğidir. Bunlardan manevi unsurlar olarak, din, ahlak, estetik, gelenek-görenek ve adetler ile ideal (ülkü) birliği gibi esaslar ile diğer tamamlayıcı unsurlardır. Ancak bunların hepsinden önemlisi Millet hayatında ortak mazi yani “tarihi karabet” denilen “tarih birliği” modern toplumlarda ehemmiyet arz etmektedir. Nitekim, ünlü Fransız tarihçi, sosyolog ve düşünürü Ernest Renan modern millet kavramını, “ortak mazisi olan ve birlikte yaşama arzusu gösteren insan topluluğu” şeklinde tanımlamıştır. Modern yaklaşıma göre millet unsurunun oluşması için manevi nitelikte olan tarihsel bağlar yeterli olup, bu manada birlikte yaşama iradesinin mevcudiyeti yeterlidir.[2] Bu nedenle tarih ilminin işlenmesi, geliştirilmesi ve desteklenmesi gerekir. Tarihin birleştirici vasfı nedeniyle bu kaçınılmaz bir zorunluluktur. Akademik ve ilmi tarih bilgisinin zedelenmesi millet birliğinin zedelenmesi ve parçalanması anlamına gelir ki bu da milletin fertleri arasında farklı tarih algılarının doğmasını ve toplumun bütünleşmesine değil, tam aksine ayrışmasına yol açacak bir dizi gelişmenin yaşanması demektir. Tarih İlmi ve Özellikleri Tarih ilmi, bilimsel araştırma yöntemleriyle meydana gelen akademik tarih bilgisinin adıdır. Bilindiği gibi tarih ilmi geçmişte olmuş ve bitmiş olayları yer ve zaman göstererek belirlemeye çalışır. Tarihi olayın üç boyutu vardır ki bunlardan biri yer, diğeri zaman, sonuncusu da olayın kendisi, yani konudur. Tarihte cereyan eden bütün hadiseler bir defalık olaylardır. Bu bakımdan tarih ilmi aksiyon bağlamında bir defalık olaylar ve bunların sebep ve sonuçlarıyla ilgilenir. Buna göre tarih biliminin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Tarih ilmi geçmişte meydana gelen olayları inceler. Tarih ilmi bir defa meydana gelmiş olan ve tekrarlanamayan olaylarla ilgilenir. Geçmiş zaman içinde bir defa meydana gelmiş olan ve tekrarlanamayan olayları incelerken, bu olaylar tekrarlanamayacağına göre tarihin “deney metodunu” kullanıp uygulaması mümkün değildir. Tarih ilminin sahip olduğu yöntem, analiz ve tasnifle beraber sezgi ve anlama yöntemidir. Tarih araştırmacısı bu sezgi ya da anlama yöntemi ile araştırdığı olayları seçip, anlamaya, onları kavramaya ve sıralamaya çalışır. Bu süreçte olayların belgelere dayanması ilmi yönteme bağlı ve objektif olarak açıklanması gerektiğinden bu bilgi ilmi bilgiyi ifade eder.[3]Tarih ilmî esas itibariyle vesikaya bağlı olarak beşerî geçmişi inceleyen ve mazideki olaylara neden ve nasıl sorusunu soran, ilmî bir deyişle tarihi belgeleri sorguya çekerek konuşturup, gerçeğe varmak isteyen bir ilimdir. O hâlde tarih ilminin tanıkları belgelerdir.[4] Zaten tarih, vesikaların yorumlanması ile anlam kazanır.[5] Tarih ve Milli Birlik Fikri Tarih toplumların hafızasıdır, hafızası olmayan normal bir insan olamayacağı gibi hafızası olmayan toplum da olmaz. Bu nedenle insan için tarih çok önemlidir, tarih sayesinde insanlar ilk olarak ortak değerlerini tanır, kimliklerinin nasıl oluştuğunu anlarlar. İkinci olarak yaşanan hataların tekrarlanmaması için tarihten haberler alır ve geleceklerine yön verirler. Geçmişini bilmeyen veya önemsemeyen, onu gereksiz bulan bir toplum veya fert geleceğine güvenle bakıp yön veremez. Bu nedenle tarihi öğrenmek ve ondan ilham almak gerekir. Zaten tarih bilgisi entelektüel bilgi olarak alanı tarih olmazsa da bu nedenlerle herkese lazımdır. Ancak tamamen tarihe veya herhangi bir çağına da çakılıp kalmamak gerekir. Hamaset, yiğitlik, kahramanlık, övünme duygularına sahip olmak kötü bir şey değildir. Fakat bu konuda da aşırıya gitmemek şarttır. Ortak yaşanan olayların geçmişten günümüze yansıyan akisleri, toplum üzerinde derin etkiler yaratmakta ve elde edilen veriler toplumun fertleri tarafından paylaşılıp, yaygınlaştıkça insanlarda “tarih şuuru” dediğimiz, bilinç oluşmaktadır. Bu yolla bireyler arasında doğal bir dayanışma ve birliktelik duygusu hâkim olmaktadır. Böylece elde edilen sonuç aslında büyük parasal meblağlarla sağlanamayacak bir oluşum ve dayanışmayı beraberinde getirir. Elbette ki bu konuda ilmi yollardan elde edilen tarih bilgisi en geçerli olan tarih verisini oluşturmaktadır. Bu nedenle birlikteliği pekiştirecek ilmi tarih araştırmalarının desteklenmesi milletlerin hayatı bakımından büyük önem arz eder. Tarih öğretiminin planlanması ve programlanması ile tarih ders kitaplarının buna göre organize edilmesi ve öğretiminin desteklenmesi gibi tedbirlerin toplumsal hayat bakımından ne kadar önemli olduğu açıktır. İç barış ve huzur ile toplumsal dayanışma ve milli çıkarların korunması ancak ilmi tarih bilgisinin yoğun olarak işlenmesi ile mümkündür. Tarihin milletin birliği için sağladığı fayda noktasında daha yetişme çağında Türk mitolojisi, efsane ve destanlardan etkilenecek olan nesiller, milli duygu, gelenek ve görenekleri ile ona bağlılığı ve milli kültürü özümseyerek milli bir şuurla donanmış olacaklardır. Türk mitolojisinde yer alan çeşitli destan ve hikayeler bu manada çok etkili ve önemlidir. Ergenekon Destanı, Oğuz Kağan Destanı ve diğer destanlarla hikayeler buna örnektir. Mesela Dede Korkut Hikayeleri bu bağlamda tarih öğretiminin altyapısını oluşturacak zemin malzemeyi oluşturan ana unsulardan biridir. İleriki yıllarda da Türklerin cihan hakimiyeti mefkuresi ve Türk tarihinin sürekliliğinin anlatılması tarih ile mümkündür. Orta çağ ve Yeniçağ da çağının süper gücü olan Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin kavratılması milli şuur ve birliktelik için önem arz eder. Bu süreçte Türklerin Müslüman olduktan sonra haçlı seferlerini karşı koymaları ve İslam dünyasının bayraktarlığını yapmaları Türk tarihine ve milletine ayrı bir değer ve önem verilmesini sağlamıştır ki, bu da ilmi ölçüler çerçevesinde işlenebilecek önemli bir konudur. Diğer taraftan, bilindiği gibi Türkler, 1071 yılından sonra Kafkasya, Anadolu, Ortadoğu ve Balkan coğrafyasında önemli bir rol oynamışlardır. Türklerin bu süreçte tarihi var olma ve birlikteliği pekiştirme anlamında 21. yüzyıla kadar geçen süreçte anılan coğrafyada önemli bir siyasi hakimiyet ve devlet düzeni tesisi ettikleri herkesçe bilinene bir gerçektir. Ancak bunun nesiller aktarılması ve kavratılması gereklidir. Türk Coğrafyası üzerinde 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında görülen Sanayi inkılabı ve Fransız devrimin Osmanlı Devleti üzerindeki olumsuz tesirleri, Balkanların kaybı ve gelişen milliyetçilik hareketleri, vatan mefhum ve Türklük duygusunu pekiştirmiş ve buna bağlı olarak milli birlik fikri daha da gelişmiştir. Bunun ardından başlayan 1 Cihan harbi halk arasında “seferberlik” olarak anılmış ve çeşitli cephelerde Osmanlı Devleti’nin topraklarını ele geçirmek isteyen istilacılara karşı savaşan insanlar arasında önemli sosyal dayanışma ile ideal birliğini yaratarak milli birlik fikrinin pekişmesini sağlamıştır. İstiklal harbi ile de bu süreç daha ileriye taşınmıştır. Nitekim Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra Anadolu'da başlayan milli mukavemet, kısa sürede Kuvayı Millîye fikri ve hareketine evrilmiş ve yurdu işgal edilip, ordusu dağıtılmış olan ülkenin bireyleri, bir araya gelip örgütlenerek işgal hareketlerine karşı milli direnişi başlatmışlardır. Bu durum mili birlik fikrini sağlamlaştıran ve geliştiren bir süreci ortaya çıkarmıştır. Bu süreçte Malatya’ İzoli Aşireti Reisi Hacı Kaya Bey, İşgallere karşı gönderdiği protesto telgrafında “…Yaşamak için ölmeye karar verdik.”[6] Derken, Mustafa Kemal Atatürk’te “Ya istiklal ya ölüm!” demiştir.[7] Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi de bu ideal etrafında şekillenmiştir. Verdiğimiz bu örnekler tarih bilgisi ve tarih ilmine dayanan ve uzun uzun anlatılabilecek konulardır. Ancak kısaca söylemek gerekirse maddi imkanlar ve parayla sağlanmayacak bu etkin birliktelik, yaşanan tarihi süreci ile elde edilmiş ve bir dayanışma ruhu ortaya çıkmıştır. Bu süreci genç kuşaklara anlatacak olan tarihtir. Bu bakımdan milli birliğin pekişmesi ve bireyler arasındaki kader birliğinin oluşması tarihi bilginin öğretilmesiyle mümkündür. Kuşkusuz karmaşık ve ayrıntılı akademik tarih bilgilerin sadeleştirilmesi ve anlaşılır hale getirilmesi şarttır. Bu yolla tarihe ilgi duyanların ona daha çok sarılmaları sağlanabilir. Tarih ilmi ile ilgilenene akademisyenlerin gerekli hallerde tarihî roman yazmaları ve yayınlarını sadeleştirerek halka sunmaları yararlı olacaktır. Bu belki bir an için yadırgana bilir. Ayrıca her akademisyenin tarihi roman yazması da mümkün değildir. Ancak tarihçi tarih tenkidinin unsurlarını bildiği için işleyeceği konunun ele alındığı kaynakları tenkitçi bir gözle hazırlayacağı romanında işleyebilecektir. Sinema filmleri ve televizyon dizilerindeki tarihi kurgunun da kontrol ve denetiminin akademik tarih uzmanlarına danışılarak yapılması ve ondan sonra kitlelere aktarılması gerekir. Türk Tarihi Üzerinde Yapılan Bazı Tartışmalar ve Milli Birliğe Zararları Türkiye’de uzun yıllardan beri ve günümüzde, özellikle siyasiler başta olmak üzere, çeşitli dernek, vakıf, sendika ve farklı akım ya da ilmi olmayan amatör ve çeşitli görüş sahiplerinin tarihe ilişkin bazı konularla ilgili görüş, değerlendirme, yorum ve iddialar serdettikleri sıkça görülmektedir. Bunlardan ilk akla geleni günümüzde Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi karşıtlığı üzerinde süren tartışmalardır. Geçmişte de zaman zaman görülen ve hala devam eden bu konudaki tartışmalar özetle şöyledir: 2016 yılında kendilerine “Osmanlı” sıfatını takınan kesimler ya da “Osmanlıcılar”, 29 Mayıs 1453’te İstanbul’un fethedilişinin yıl dönümü kutlamasını her yıl yapıla geldiğinden farklı bir şekilde daha büyük gösteri ve törenlerle kutladılar. Yapılan bu gösterilere muhalefet eden kesimler de onlara cevap vererek, karşı çıktılar. “İstanbul İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmişti. Millî Mücadele döneminde İstanbul’u asılında biz fethettik.” Gibi söylemler sergilediler. Bu tartışmada genel olarak “Osmanlıcılar” 1299 yılında Osmanlı Devleti’nin kurulmasını ön plana çıkarırken, sözde “Cumhuriyet” fikrini ön plana çıkaran görüş sahipleri de 19 Mayıs, 23 Nisan ve 29 Ekim1923’te Cumhuriyetin kuruluşuna vurgu yapmaya ve akıllarınca karşıt görüş sahiplerine karşı savunma yapmaya çalıştılar.[8] Hatırlanacak olursa konuya ilişkin bir örnek basına şöyle yansımıştı: “.. Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi Zootekni Anabilim Dalı öğretim üyesi …. .nın sosyal medya hesabından 29 Mayıs’ta yaptığı, İstanbul’un fethiyle ilgili ‘Bugün muhteşem bir uygarlık olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis’in barbar ve bağnaz bir kabile tarafından işgalinin yıl dönümü’ paylaşımı Türk kamuoyunda büyük tepki toplamıştı. Gelen tepkiler üzerine sosyal medyadaki paylaşımını silen öğretim üyesine, …Rektörü de sosyal medyadan yazdığı, ‘Terör sevici akademisyenlerimizden sonra Bizans sevici akademisyenimiz de oldu. Bilsinler ki Hıra Dağı’nın evlatları Olympos Dağı’nın evlatlarını mutlak ve yeniden mağlup edeceklerdir’ sözleriyle tepki göstermişti.”[9] Bu değerlendirmeleri yapan her iki şahsın da tarihçi olmadıklarına dikkat çekmek isteriz. Bunlardan biri sinema yönetmeni diğeri ise veterinerlik alanında bir akademisyendir. Fetih olayı ve Osmanlıyı küçük gören veya aşağılayıcı ifade kullanan bu iki örnekten ikincisinde ayrıca Türk tarihi dışlanıp karalanarak Bizans Tarihi ön plana çıkarılmıştır. Rektör ün yaptığı açıklama da “Hıra Dağı’nın evlatları Olympos Dağı’nın evlatlarını mutlak ve yeniden mağlup edeceklerdir.’ şeklindeki ifadesi de ayrı bir tartışma konusu olup, dine vurgu yapar niteliktedir. Böylece toplum arasında sözde “Osmanlıcılar” ile “Cumhuriyetçiler” arasında kamplaştırıcı, ayrıştırıcı ve toplumu bölen bir yaklaşım sergilenmiştir. Bu görüşler ve benzer atışmalar Türk tarihi konusundaki çarpık görüşler ilmi olmaktan uzak ancak insanların zihninde yeni bir tarih tasavvuru inşa etmektedir. Hâlbuki Osmanlı ve Cumhuriyet birbirinin devamıdır. Zaten Türk tarihi bir bütündür. Osmanlı öncesi de Cumhuriyet de sosyolojik bir vaka ve gerçeklik olarak millet hayatı bakımından yaşanmış bir süreçtir. Haddi zatında her iki tarafta ne Osmanlıya sahip çıkıyor ne de Cumhuriyete. Burada Türk tarihinin bütünlüğüne karşı farkında olarak yâda olmayarak saldırı ve küçük düşürme hareketi söz konusudur. Bunun yanında başka örnekler de vardır. Mesela “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” söylemi ile ortaya çıkan bazı yazarların ifadeleri de dikkat çekicidir. Akademik açıdan araştırılan tarih konularının gerçek olmayan olaylar ve oluşlar şeklinde kurgulanması mümkün olmamakla birlikte bu çevreler de “tarihin gerçekleri yansıtmadığı” savı ile iddialı bir şekilde başlık ve ifadeler kullanmaktadırlar. Gerçek tarihi kendilerinin yazdığı iddialarıyla kurguladıkları bir dizi bilgilerle sözde “popüler tarih” veya “gayri resmi tarih” adı altında “resmi tarih” dedikleri tarih konularına ve çalışanlara gerçeği yansıtmadıkları ve yazmadıkları yolunda eleştirirler yapmaktadırlar. Aslında “resmi tarih” adını verdikleri tarihin de kapsamı ve şümulü ile niteliği tartışmalıdır. Acaba “resmi tarih” ile kastedilen üniversitelerin tarih bölümlerindeki akademisyenlerin yaptıkları araştırmalar mıdır? Yoksa ilk ve orta öğretim okullarında derinlemesine incelenmeyen ve yüzeysel işlenen tarih konular mıdır? Veya Türk Tarih Kurumu’nun yayınladığı kitaplar mıdır? Bütün bu soruların cevabı belli değildir. Gerçekte tarih ilmi yalan söylemez ve doğru tektir. Ancak yazanların tutumları ve meseleleri ele alış tarzları yani konulara yaklaşımlarına göre şekillenen bir “Tarih” olduğu da elbette ki doğrudur. “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” söylemini geliştiren ve dillendirenler genellikle ideoloji, inanç ve ön yargılarla toplumun hassasiyetini ve ilgisini çekmek üzere bir yol izledikleri ve bu yolla kendilerine alan açmaya çalıştıkları için bir nevi kurgulanan yeni ve alternatif bir tarih ortaya çıkmaktadır. Bu şekilde ne yazık ki yayın yapan dergi, broşür, televizyon dizisi, ticari amaçlı “kaldırım kitabı”, hatta tarihi roman vs. üzerinden toplum olarak Türk tarihi üzerine doğru yanlış, olumlu olumsuz bir dizi tartışmayla karşı karşıyayız. Eski zamanlarda meydanlarda yapılan savaş ve mücadeleler, bugünlerde televizyon ekranlarına, internet ortamına, gazete köşelerine ve elektronik ortamlarla sosyal medyaya taşınmış durumdadır. Bu örmekler daha da arttırılabilir. Örneğin Sultan Abdülhamit ile ilgili iddialar, Lozan Antlaşmasına ilişkin tartışmalar vs. “Resmi Tarih” / “Popüler Tarih” konusu gibi konular hep tartışılmış ve halen tartışılmakta olan meseleler olmuştur. O halde bu karmaşık ortamda okuyucu ne yapmalıdır? Sorusunun en geçerli cevabı: “Çapraz okumalar yapmak” tan geçmektedir. Herkesin buna zaman ayırması veya seviyesinin yetersizliği ile kaynaklara ulaşmada yaşanan olumsuzluklar maalesef okuyucuyu bulduğu ile yetinme noktasına getirmekte ve bu durumda tarihi olaylara bakışta yanlış algı ve kanaatler oluşmaktadır. Bu durum ne yazık ki toplumsal ayrışmaya varacak derecede ki tartışma ve kopmaları beraberinde getirmektedir. Türk Tarihinin Bütünlüğünü Zedeleyen Tartışmaların Nedenleri Öncelikle Tarih ilmi bir sosyal ilim olması ve konularının beşeriyete ait olması nedeniyle sosyolojinin genel kuralı olan; “Sosyal olay çok nedenlidir”, ilkesi ile “sosyal olayın değişkenliği” ve yine, “Sosyal olayın karmaşıklığı” noktalarından hareketle tarihte cereyan eden olayları düşünürken bu ilkeleri göz aradı etmemek gerekir. Bu noktaları göz ardı eden araştırmacı veya yazar meselelere sadece bir noktadan yaklaşarak ele aldığı ve analitik çözümleme yapma gereği duymadığı takdirde, elde ettiği sonuçlar de ebetteki objektif ve ilmi olmaktan uzak kalacak ve tartışmalı hale gelecektir. Aşağılık kompleksi veya sair nedenlerle tamamen Batı hayranı olan birtakım şahıslar, kozmopolit yaklaşımlarla ele aldıkları Türk tarihini ilmi verilere göre eksik ve çarpık olarak yazıp, öğreteceklerdir. Bazı çevreler de geçmişte de yaşandığı gibi komşular ve müttefikler darılmasın veya küsmesin, diye tarihte yaşanan gerçekleri gündeme taşımaz veya görmezden gelirler. Böylece geçmişte yaşanan tarih hafızası ve mücadele tarihini olabildiğince yok sayarak, sözde “hümanist-insancıl” bir şekilde tarihi konuları vermeye çalışırlar. Bunun sonucunda da ilmi gerçekler saklanmış, araştırılıp yeni nesillere aktarılamamış olur.[10] Bazı şahıslar da akademik hayatta başarılı olamadıklarından her defasında olayları sadece bir veya iki nedene dayandırarak ve diğer verileri görmezden gelerek, olayları değerlendirip, amaçlarına ulaşmak ister ve akademik tarihin gerçekleri yazmadığını iddia ederler. Türk Tarihi’ne ilişkin çarpık görüşlerin bir diğer nedeni de “Şarkiyatçı” batılı araştırıcılar ve onların etkisinde kalanlardır. Bunlar şarkiyatçıların Türk Tarihi’ne ait oluşturdukları olumsuz yaklaşımları benimserler. Bu oryantalist tarihçilerin eserlerini tercüme eden ve onları ilmi bir tenkide tabi tutmadan, adeta onların sözcüsü gibi davranan bu yerli “tarihi yazıcıları”, Türk Tarihi’ne genellikle olumsuz bir bakış açısıyla yaklaşırlar. Bunlar genellikle “Barbar Türk” söylemine bağlı bir Türk tarihi kurgularlar. Dindarlığı öne çıkaran bazı kesimler de Türk tarihine yaklaşımlarında ve değerlendirmelerinde dini hassasiyetleri ve din etkisi ile Türk tarihinin sadece Selçuklu ve en çok da Osmanlı dönemlerini temel olarak ele alagelmişlerdir. Türk tarihinin aşağı yukarı bu kesimler X. Yüzyıldan önceki Türk tarihi ile Cumhuriyet sonrası tarih sürecini ya yok saymış veya ağır eleştirilerle yargılaya gelmişlerdir. Buna karşın bazı kesimler de tam bunun tersi olarak İslamsız Türk tarihi algısını ön plana çıkarmakta Selçuklu ve Osmanlı dönemi Türk tarihini önemsemez durumda olmuşlardır. Bu kesimler de İslam Öncesi Türk Tarihi ile Cumhuriyet sonrası süreci asıl Türk Tarihi olarak değerlendirme yoluna gitmişlerdir. Sözde “laik” bazı çevre ve kesimler de Cumhuriyet sürecini, Atatürk’ü ve Cumhuriyet tarihini çarpıtarak, adeta köklerinden kopararak, batıcı ve dini reddeden bir laiklik anlayışına bağlı olarak algılama eğilimindedirler. Bu kesimler Türk tarihini 1919 yılından itibaren başlatmaktadırlar. Bunların dışında milliyetçiliği eksik ve yanlış anlayarak hamaseti öne çıkartan bazı kesimler de kendilerine özgü bir şekilde Türk tarihinin sadece ihtişamlı dönemlerini, elde edilen başarı ve zaferleri, büyük komutanları ve kahramanları merkeze alarak hamasî bir tarih algısı üretirler. Ebetteki bu da eksik ve hatalı bir tarih anlayışıdır. Yukarıda sıralanan kesimler dışında, meydana gelen değişme ve gelişmelerden geçmişte kendilerinin veya akrabalarının, zamanında elde ettikleri ayrıcalıkları yitirenler olmuştur. Bu yolla zarar gören bazı çevrelerin torunları da sayılan kesimlere malzeme vereme bağlamında hizmet ederek kitap ve neşriyat çalışmaları yapma yoluna gittikleri görülmektedir. Bütün bu çevreler kendilerine ve taraftarlarına siyasi çıkar ve ticari rant elde etmek üzere, hâkim olan eğilim ve iktidarlara yaranma çabası içerisinde olurlar. Bu çevreler tarihi, ilmi yollarla inşa etme gayreti duymayanlardır. “Ana kaynak” dediğimiz birinci elden kaynaklara inmeden kendi dünya görüşlerine uygun istismar edebilecekleri özellikle hatırat tarzı konuları seçerek, özel yaşamı tarihle karıştırıp bir takım iddia ve ithamlarla metinler yazmaktadırlar.[11] Bu tarz yayınlarda ana kaynak yani birinci elden kaynaklara inilse bile, karşılaştırma ve mukayeseler yapılmayacağı için yaptıkları değerlendirmeler sübjektif kalır. Bu tür çalışmalar esasen propaganda amaçlı olup, tarih ilminin bilimsel tenkit usulleriyle örtüşmez. Bu çalışmalar ne yazık ki tarih ilminin inceliğini bilmeyen ve irdeleme gereği duymayan kitleler tarafından kolaylıkla gerçek tarih bilgisi gibi algılanabilmektedir. Ayrıca bu tarz tarih yazma işine girişenler ele aldıkları olayları veya şahsiyetlere bir noktadan saldırır ve bütün olayı ele almadan tek noktadan ve genellikle de özel hayat üzerinden gitmeye çalışırlar. Oysa özel hayat tarih değildir. Zaten bu tarz yayın yapanların kaynak ve dipnot gösterme zorunluluğu olmadığı için iddia ettikleri her görüşü rahatça ileri sürülebilmektedirler. Bu durumda üretilen sözde tarih konularıyla ancak tarih, politikacıların nutuklarını süsleyen “laf salatası” olma durumuna dönüştürülmektedir. Sonuç Hatırlanacak olursa Türkiye’de özellikle 1970’li ve 80’li yıllarda da günümüzde tarih üzerinden yapılan tartışmaların bir benzeri, Türk dili ile sözcükler üzerinde yaşanmıştı. O yıllarda bir yandan “Öz Türkçe” konuşup yazma gayretinde olan bir kesim vardı. Diğer taraftan başka bir kesim de “yaşayan Türkçe’yi savunmakta ve eski kelimelerin muhafazasını istemekteydi. “Türkçeleşmiş, Türkçedir” mantığından hareketle eski Farsça, Arapça veya başka dillerden gelen kelimelerin muhafazasını isteyen ikinci grup ile bunların tamamen tasfiyesini ve “arı” bir Türkçe ile konuşulup yazılmasını savunan birinci grup arasında tartışma ve kamplaşmalar uzun bir süre yaşanmıştı.[12] Bu tartışmalar o yıllarda siyasi atmosfere bağlı olarak yaşanan tartışmalardı. Bunlardan herhangi bir netice elde edilemedi. Ne yazık ki günümüzde tarih üzerinde süregelen ve yukarıda irdelediğimiz tarih mevzuları üzerinden yürütülen tartışmalar da o günlerin kısır dil, tartışmalarına benzemektedir. Asalında tarih ilmine göre, eğer bir konu tartışılıyorsa, o konu henüz tam anlamıyla oturmamış ve araştırılmaya muhtaç demektir. Bu nedenle mevcut tartışılan konuların akademik anlamda ele alınması ve ilmi metotlarla incelenmesi gerekir. Tarih, geçmiş ve günümüz ideolojilerine malzeme bulmak için verimli bir kaynak niteliğindedir. Geçmişte akademik tarih araştırıcısı olan bilim adamlarının Türk tarihi üzerine yaptıkları çalışmalarına baktığımızda Tarihin bütünlük ve süreklilik gösterdiğine şahit oluyoruz.[13] Aslında her milletin tarihi bütünlük arz eder ve bir bütündür. Hiçbir millet, kendi tarihini eksik, parçalı, kesintili öğrenmez. Hele ki tarihinin bir kısmını diğer bir bölümü ile asla tartıştırmaz, mağlubiyetleri ve zaferleriyle, başarı ya da başarısızlıklarıyla her millet, kendi geçmişini, merak eder. Bu konuda eksik bilgileri varsa onları da bilmek ister. Unutulmamalıdır ki geleneği olan büyük devletlere baktığımız zaman bunlar kurumsal davranırlar ve tarihe bütüncül açıdan yaklaşırlar. Yine Unutulmamalıdır ki tarihin bir bölümünü görmek, geri kalan tarihle kavga etmek devlet açısından da millet hayatı bakımından da zafiyet yaratır, milli birliğe zarar verir ve boş bir uğraştır. Kaynakça: ALPARGU, Mehmet, "Tarih Öğretmek" Çağdaş Eğitim Dergisi Temmuz–1987. ATATÜRK, Mustafa Kemal, Atatürk, Nutuk, Cilt 1, 1919-1920, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1951. HACIEMİNOĞLU, Necmettin, Türkçenin Karanlık Günleri, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2015. KODAMAN, Bayram, "Tarih Araştırmalarında Metot Meselesi" Millî Kültür Dergisi, Sayı: 81. ÖZÇELİK, İsmail, Millî Mücadelede Güney Cephesi, (Urfa), Atatürk Araştırma Merkezi, Yayınları, Ankara, 2005. ÖZÇELİK, İsmail, Devlet-i ‘Aliyye’nin Kamusal Düzeni ve Kurumlara, Gazi Kitapevi, Ankara, 2014. ÖZÇELİK, İsmail, Tarih ve Metodolojisi, Gazi Kitabevi, Ankara, 2014. ÖZÇELİK, İsmail, Tarih Yazımı Üzerine, Berikan Yayınları, Ankara, 2017. Sözcü Gazetesi, 30 Mayıs 2016. TANERİ, Aydın, Türk Devlet Geleneği, Töre-Devlet Yayınları, Ankara, 1981. Yeni Şafak Gazetesi, 30 Mayıs, 2016. * Kırıkkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. [1] İsmail Özçelik, Devlet-i ‘Aliyye’nin Kamusal Düzeni ve Kurumlara, Gazi Kitapevi, Ankara, 2014, s.73-97. [2] Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, Töre-Devlet Yayınları, Ankara, 1981.s.25. “Millet kavramı devamlılık ve ebedilik düşüncesi ifade eder. Bu bakımdan millet manevi bir varlığın da karşılığıdır ve bir “hükmi şahsiyettir. Millet halinde yaşayan bir topluluğun amacı diğer milletlere karşı ortak menfaatini korumak zorunda olmakla beraber, ortak inanışları, hayat tarzını, adet, fikir, bilinç ve iradeyi devam ettirmektir. Millet, geçmişi, bugünü ve geleceği ile vardır. Halk ise, belli bir zaman ve yerde birlikte yaşayan insan topluluğudur. Halk kavramında millette olduğu gibi bir “devamlılık” yoktur. Halk, kişilerden oluşan kolektif ve fiziksel bir topluktur. Halk, Milletin yaşayan kesimi olarak görülebilir.” [3] İsmail Özçelik, Tarih ve Metodolojisi, Gazi Kitapevi, Ankara, 2013, s.34. [4] Bayram Kodaman, "Tarih Araştırmalarında Metot Meselesi" Millî Kültür Dergisi, Sayı: 81, s. 31. [5] Mehmet Alpargu, "Tarih Öğretmek" Çağdaş Eğitim Dergisi Temmuz–1987. [6] İsmail Özçelik, Millî Mücadelede Güney Cephesi, (Urfa), Atatürk Araştırma Merkezi, Yayınları, Ankara, 2005, s.111 [7] Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt 1, 1919-1920, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1951, s.1-3. [8] Yeni şafak Gazetesi, 30 Mayıs, 2016.” [9] Sözcü Gazetesi, 30 Mayıs 2016.” [10] 1970’li yılların sonlarında Türk Büyüklerinin resimlerinin okullarda salonlardan indirilmesi ve bir odada toplatılması buna güzel bir örnek teşkil eder. [11] İsmail Özçelik, Tarih Yazımı Üzerine, Berikan Yayınları, Ankara, 2017, 15. [12] Geniş bilgi için bakınız: Necmettin Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2015. [13] M. Fuad Köprülü başta olmak üzere ilmi araştırmalarıyla ön plana çıkan birçok tarih araştırıcısı Türk tarihin bütünlüğü ve sürekliliği konusunda görüş birliği içerisinedir. Sayın Prof. Dr. İsmail Özçelik'e katılımlarından dolayı Prof.Dr. Nurullah Çetin tarafından bir “Teşekkür Belgesi” takdim edildi. Etkinliğin ikinci yarısını oluşturan Şiir Dinletisi Rıfat Çakır tarafından gerçekleştirildi. Halil Yazanel, Murat Haydaroğlu, İsmet Ulaş, Şaban Kahraman, Hasan Duman, Münir Atalar, Resmiye Özçelik, Erhan Çavdaroğlu, Mert Kılınç, Orhan Vergili, Niyazi Bali, Musa Ay, Mahir Ünat, Hatun Tulin Şenel, Fevzi Daşkın, Hanifi Işık, İbrahim Atasoy, Seyfettin Çoban, Niyazi Aydın, Ali Faruk Yıldırım, Mazlum Halisçelik, Necati Özdenkoş, İhsan Kapusuz, Nurullah Çetin, Hüseyin Dede Kargınoğlu, Pehlivan Uzun, Fevzi Gökalp, Bayram Yelen, Nurgül Kaynar Yüce, Harun Yüce, İbrahim Yaman, Yeter Bektaş, İlter Yeşilay, Meral Otan, Durak Turan Düz, İbrahim Demir, Osman Hazıroğlu, Fatma Elibol, Dudahi, Emektar, Tuncer Ulusoy, Saim Yaylagül, ve Mehmet Erciyes'de etkinliğe katılan isimler arasındaydı. TÜRKİYE İLİM ve EDEBİYAT ESERİ SAHİPLERİ MESLEK BİRLİĞİ İLESAM GENEL MERKEZİ Adres : İzmir 1.Cad. No: 33/16 Aydın Apartmanı, Kat:4 Kızılay / ANKARA Tel : 0 312 419 49 38 Faks : 0 312 419 49 39 Web : www.ilesam.org.tr E-Posta : ilesam@ilesam.org.tr
İLESAM CUMARTESİ SOHBETLERİ ve ŞİİR DİNLETİSİ "Millî Birlik Ve Tarih İlmi" 23 Aralık 2017 Cumartesi,Saat:14.00 İLESAM Genel Merkezi Salonu
" Millî Birlik Ve Tarih İlmi "
Edebiyatın, sanatın, kültürün ve aktüel konuların konuşulduğu, şiirlerin okunduğu etkinliklerine devam eden Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliğinin Cumartesi toplantılarından biri daha 23 Aralık 2017 tarihinde İLESAM Kültür Evinde gerçekleştirildi.
İLESAM Genel Başkanı Mehmet Nuri Parmaksız'ın yaptığı açılış konuşmasıyla başlayan program, Prof. Dr. İsmail Özçelik'in “Millî Birlik Ve Tarih İlmi”konusunu anlatması ile devam etti.
Sayın Prof. Dr. İsmail Özçelik'e konuşma metnini bizlerle paylaştığı için teşekkür ediyor ve metni sizlere aktarıyoruz:
Giriş
Devlet; “ülke” adı verilen belirli bir toprak üzerinde yaşayan “insan” topluluğunun “egemenlik” anlayışı ve hukuku içinde, bir “siyasi iktidar” altında “örgütlenme”sidir. Devleti oluşturan ve değişmeyen bu temel öğelerden söz etmek gerekirse, bunlar devletin temel esasları olup her halükârda olması gereken unsurlardır. Bunlardan ilki insan unsurudur. Bu nedenle devlet mefhumunu siyaset bilimciler; “insan topluluklarının siyasi örgütlenmesi” olarak tanımlamışlardır. Bu tanıma göre insan unsuru devletin açıklanmasında birinci derecede önemlidir.[1]
Milleti meydana getiren temel unsurlar soy, toprak, yurt veya vatan ile emek birlikteliğidir. Bunlardan manevi unsurlar olarak, din, ahlak, estetik, gelenek-görenek ve adetler ile ideal (ülkü) birliği gibi esaslar ile diğer tamamlayıcı unsurlardır. Ancak bunların hepsinden önemlisi Millet hayatında ortak mazi yani “tarihi karabet” denilen “tarih birliği” modern toplumlarda ehemmiyet arz etmektedir.
Nitekim, ünlü Fransız tarihçi, sosyolog ve düşünürü Ernest Renan modern millet kavramını, “ortak mazisi olan ve birlikte yaşama arzusu gösteren insan topluluğu” şeklinde tanımlamıştır. Modern yaklaşıma göre millet unsurunun oluşması için manevi nitelikte olan tarihsel bağlar yeterli olup, bu manada birlikte yaşama iradesinin mevcudiyeti yeterlidir.[2]
Bu nedenle tarih ilminin işlenmesi, geliştirilmesi ve desteklenmesi gerekir. Tarihin birleştirici vasfı nedeniyle bu kaçınılmaz bir zorunluluktur. Akademik ve ilmi tarih bilgisinin zedelenmesi millet birliğinin zedelenmesi ve parçalanması anlamına gelir ki bu da milletin fertleri arasında farklı tarih algılarının doğmasını ve toplumun bütünleşmesine değil, tam aksine ayrışmasına yol açacak bir dizi gelişmenin yaşanması demektir.
Tarih İlmi ve Özellikleri
Tarih ilmi, bilimsel araştırma yöntemleriyle meydana gelen akademik tarih bilgisinin adıdır. Bilindiği gibi tarih ilmi geçmişte olmuş ve bitmiş olayları yer ve zaman göstererek belirlemeye çalışır. Tarihi olayın üç boyutu vardır ki bunlardan biri yer, diğeri zaman, sonuncusu da olayın kendisi, yani konudur. Tarihte cereyan eden bütün hadiseler bir defalık olaylardır. Bu bakımdan tarih ilmi aksiyon bağlamında bir defalık olaylar ve bunların sebep ve sonuçlarıyla ilgilenir. Buna göre tarih biliminin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
Tarih ilminin sahip olduğu yöntem, analiz ve tasnifle beraber sezgi ve anlama yöntemidir. Tarih araştırmacısı bu sezgi ya da anlama yöntemi ile araştırdığı olayları seçip, anlamaya, onları kavramaya ve sıralamaya çalışır. Bu süreçte olayların belgelere dayanması ilmi yönteme bağlı ve objektif olarak açıklanması gerektiğinden bu bilgi ilmi bilgiyi ifade eder.[3]Tarih ilmî esas itibariyle vesikaya bağlı olarak beşerî geçmişi inceleyen ve mazideki olaylara neden ve nasıl sorusunu soran, ilmî bir deyişle tarihi belgeleri sorguya çekerek konuşturup, gerçeğe varmak isteyen bir ilimdir. O hâlde tarih ilminin tanıkları belgelerdir.[4] Zaten tarih, vesikaların yorumlanması ile anlam kazanır.[5]
Tarih ve Milli Birlik Fikri
Tarih toplumların hafızasıdır, hafızası olmayan normal bir insan olamayacağı gibi hafızası olmayan toplum da olmaz. Bu nedenle insan için tarih çok önemlidir, tarih sayesinde insanlar ilk olarak ortak değerlerini tanır, kimliklerinin nasıl oluştuğunu anlarlar. İkinci olarak yaşanan hataların tekrarlanmaması için tarihten haberler alır ve geleceklerine yön verirler. Geçmişini bilmeyen veya önemsemeyen, onu gereksiz bulan bir toplum veya fert geleceğine güvenle bakıp yön veremez. Bu nedenle tarihi öğrenmek ve ondan ilham almak gerekir. Zaten tarih bilgisi entelektüel bilgi olarak alanı tarih olmazsa da bu nedenlerle herkese lazımdır. Ancak tamamen tarihe veya herhangi bir çağına da çakılıp kalmamak gerekir. Hamaset, yiğitlik, kahramanlık, övünme duygularına sahip olmak kötü bir şey değildir. Fakat bu konuda da aşırıya gitmemek şarttır.
Ortak yaşanan olayların geçmişten günümüze yansıyan akisleri, toplum üzerinde derin etkiler yaratmakta ve elde edilen veriler toplumun fertleri tarafından paylaşılıp, yaygınlaştıkça insanlarda “tarih şuuru” dediğimiz, bilinç oluşmaktadır. Bu yolla bireyler arasında doğal bir dayanışma ve birliktelik duygusu hâkim olmaktadır. Böylece elde edilen sonuç aslında büyük parasal meblağlarla sağlanamayacak bir oluşum ve dayanışmayı beraberinde getirir. Elbette ki bu konuda ilmi yollardan elde edilen tarih bilgisi en geçerli olan tarih verisini oluşturmaktadır. Bu nedenle birlikteliği pekiştirecek ilmi tarih araştırmalarının desteklenmesi milletlerin hayatı bakımından büyük önem arz eder.
Tarih öğretiminin planlanması ve programlanması ile tarih ders kitaplarının buna göre organize edilmesi ve öğretiminin desteklenmesi gibi tedbirlerin toplumsal hayat bakımından ne kadar önemli olduğu açıktır. İç barış ve huzur ile toplumsal dayanışma ve milli çıkarların korunması ancak ilmi tarih bilgisinin yoğun olarak işlenmesi ile mümkündür. Tarihin milletin birliği için sağladığı fayda noktasında daha yetişme çağında Türk mitolojisi, efsane ve destanlardan etkilenecek olan nesiller, milli duygu, gelenek ve görenekleri ile ona bağlılığı ve milli kültürü özümseyerek milli bir şuurla donanmış olacaklardır. Türk mitolojisinde yer alan çeşitli destan ve hikayeler bu manada çok etkili ve önemlidir. Ergenekon Destanı, Oğuz Kağan Destanı ve diğer destanlarla hikayeler buna örnektir. Mesela Dede Korkut Hikayeleri bu bağlamda tarih öğretiminin altyapısını oluşturacak zemin malzemeyi oluşturan ana unsulardan biridir.
İleriki yıllarda da Türklerin cihan hakimiyeti mefkuresi ve Türk tarihinin sürekliliğinin anlatılması tarih ile mümkündür. Orta çağ ve Yeniçağ da çağının süper gücü olan Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin kavratılması milli şuur ve birliktelik için önem arz eder. Bu süreçte Türklerin Müslüman olduktan sonra haçlı seferlerini karşı koymaları ve İslam dünyasının bayraktarlığını yapmaları Türk tarihine ve milletine ayrı bir değer ve önem verilmesini sağlamıştır ki, bu da ilmi ölçüler çerçevesinde işlenebilecek önemli bir konudur. Diğer taraftan, bilindiği gibi Türkler, 1071 yılından sonra Kafkasya, Anadolu, Ortadoğu ve Balkan coğrafyasında önemli bir rol oynamışlardır. Türklerin bu süreçte tarihi var olma ve birlikteliği pekiştirme anlamında 21. yüzyıla kadar geçen süreçte anılan coğrafyada önemli bir siyasi hakimiyet ve devlet düzeni tesisi ettikleri herkesçe bilinene bir gerçektir. Ancak bunun nesiller aktarılması ve kavratılması gereklidir.
Türk Coğrafyası üzerinde 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında görülen Sanayi inkılabı ve Fransız devrimin Osmanlı Devleti üzerindeki olumsuz tesirleri, Balkanların kaybı ve gelişen milliyetçilik hareketleri, vatan mefhum ve Türklük duygusunu pekiştirmiş ve buna bağlı olarak milli birlik fikri daha da gelişmiştir. Bunun ardından başlayan 1 Cihan harbi halk arasında “seferberlik” olarak anılmış ve çeşitli cephelerde Osmanlı Devleti’nin topraklarını ele geçirmek isteyen istilacılara karşı savaşan insanlar arasında önemli sosyal dayanışma ile ideal birliğini yaratarak milli birlik fikrinin pekişmesini sağlamıştır. İstiklal harbi ile de bu süreç daha ileriye taşınmıştır. Nitekim Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra Anadolu'da başlayan milli mukavemet, kısa sürede Kuvayı Millîye fikri ve hareketine evrilmiş ve yurdu işgal edilip, ordusu dağıtılmış olan ülkenin bireyleri, bir araya gelip örgütlenerek işgal hareketlerine karşı milli direnişi başlatmışlardır. Bu durum mili birlik fikrini sağlamlaştıran ve geliştiren bir süreci ortaya çıkarmıştır. Bu süreçte Malatya’ İzoli Aşireti Reisi Hacı Kaya Bey, İşgallere karşı gönderdiği protesto telgrafında “…Yaşamak için ölmeye karar verdik.”[6] Derken, Mustafa Kemal Atatürk’te “Ya istiklal ya ölüm!” demiştir.[7] Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi de bu ideal etrafında şekillenmiştir.
Verdiğimiz bu örnekler tarih bilgisi ve tarih ilmine dayanan ve uzun uzun anlatılabilecek konulardır. Ancak kısaca söylemek gerekirse maddi imkanlar ve parayla sağlanmayacak bu etkin birliktelik, yaşanan tarihi süreci ile elde edilmiş ve bir dayanışma ruhu ortaya çıkmıştır. Bu süreci genç kuşaklara anlatacak olan tarihtir. Bu bakımdan milli birliğin pekişmesi ve bireyler arasındaki kader birliğinin oluşması tarihi bilginin öğretilmesiyle mümkündür.
Kuşkusuz karmaşık ve ayrıntılı akademik tarih bilgilerin sadeleştirilmesi ve anlaşılır hale getirilmesi şarttır. Bu yolla tarihe ilgi duyanların ona daha çok sarılmaları sağlanabilir. Tarih ilmi ile ilgilenene akademisyenlerin gerekli hallerde tarihî roman yazmaları ve yayınlarını sadeleştirerek halka sunmaları yararlı olacaktır. Bu belki bir an için yadırgana bilir. Ayrıca her akademisyenin tarihi roman yazması da mümkün değildir. Ancak tarihçi tarih tenkidinin unsurlarını bildiği için işleyeceği konunun ele alındığı kaynakları tenkitçi bir gözle hazırlayacağı romanında işleyebilecektir. Sinema filmleri ve televizyon dizilerindeki tarihi kurgunun da kontrol ve denetiminin akademik tarih uzmanlarına danışılarak yapılması ve ondan sonra kitlelere aktarılması gerekir.
Türk Tarihi Üzerinde Yapılan Bazı Tartışmalar ve Milli Birliğe Zararları
Türkiye’de uzun yıllardan beri ve günümüzde, özellikle siyasiler başta olmak üzere, çeşitli dernek, vakıf, sendika ve farklı akım ya da ilmi olmayan amatör ve çeşitli görüş sahiplerinin tarihe ilişkin bazı konularla ilgili görüş, değerlendirme, yorum ve iddialar serdettikleri sıkça görülmektedir.
Bunlardan ilk akla geleni günümüzde Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi karşıtlığı üzerinde süren tartışmalardır. Geçmişte de zaman zaman görülen ve hala devam eden bu konudaki tartışmalar özetle şöyledir: 2016 yılında kendilerine “Osmanlı” sıfatını takınan kesimler ya da “Osmanlıcılar”, 29 Mayıs 1453’te İstanbul’un fethedilişinin yıl dönümü kutlamasını her yıl yapıla geldiğinden farklı bir şekilde daha büyük gösteri ve törenlerle kutladılar. Yapılan bu gösterilere muhalefet eden kesimler de onlara cevap vererek, karşı çıktılar. “İstanbul İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmişti. Millî Mücadele döneminde İstanbul’u asılında biz fethettik.” Gibi söylemler sergilediler. Bu tartışmada genel olarak “Osmanlıcılar” 1299 yılında Osmanlı Devleti’nin kurulmasını ön plana çıkarırken, sözde “Cumhuriyet” fikrini ön plana çıkaran görüş sahipleri de 19 Mayıs, 23 Nisan ve 29 Ekim1923’te Cumhuriyetin kuruluşuna vurgu yapmaya ve akıllarınca karşıt görüş sahiplerine karşı savunma yapmaya çalıştılar.[8]
Hatırlanacak olursa konuya ilişkin bir örnek basına şöyle yansımıştı: “.. Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi Zootekni Anabilim Dalı öğretim üyesi …. .nın sosyal medya hesabından 29 Mayıs’ta yaptığı, İstanbul’un fethiyle ilgili ‘Bugün muhteşem bir uygarlık olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis’in barbar ve bağnaz bir kabile tarafından işgalinin yıl dönümü’ paylaşımı Türk kamuoyunda büyük tepki toplamıştı. Gelen tepkiler üzerine sosyal medyadaki paylaşımını silen öğretim üyesine, …Rektörü de sosyal medyadan yazdığı, ‘Terör sevici akademisyenlerimizden sonra Bizans sevici akademisyenimiz de oldu. Bilsinler ki Hıra Dağı’nın evlatları Olympos Dağı’nın evlatlarını mutlak ve yeniden mağlup edeceklerdir’ sözleriyle tepki göstermişti.”[9] Bu değerlendirmeleri yapan her iki şahsın da tarihçi olmadıklarına dikkat çekmek isteriz. Bunlardan biri sinema yönetmeni diğeri ise veterinerlik alanında bir akademisyendir.
Fetih olayı ve Osmanlıyı küçük gören veya aşağılayıcı ifade kullanan bu iki örnekten ikincisinde ayrıca Türk tarihi dışlanıp karalanarak Bizans Tarihi ön plana çıkarılmıştır. Rektör ün yaptığı açıklama da “Hıra Dağı’nın evlatları Olympos Dağı’nın evlatlarını mutlak ve yeniden mağlup edeceklerdir.’ şeklindeki ifadesi de ayrı bir tartışma konusu olup, dine vurgu yapar niteliktedir. Böylece toplum arasında sözde “Osmanlıcılar” ile “Cumhuriyetçiler” arasında kamplaştırıcı, ayrıştırıcı ve toplumu bölen bir yaklaşım sergilenmiştir. Bu görüşler ve benzer atışmalar Türk tarihi konusundaki çarpık görüşler ilmi olmaktan uzak ancak insanların zihninde yeni bir tarih tasavvuru inşa etmektedir. Hâlbuki Osmanlı ve Cumhuriyet birbirinin devamıdır. Zaten Türk tarihi bir bütündür. Osmanlı öncesi de Cumhuriyet de sosyolojik bir vaka ve gerçeklik olarak millet hayatı bakımından yaşanmış bir süreçtir. Haddi zatında her iki tarafta ne Osmanlıya sahip çıkıyor ne de Cumhuriyete. Burada Türk tarihinin bütünlüğüne karşı farkında olarak yâda olmayarak saldırı ve küçük düşürme hareketi söz konusudur.
Bunun yanında başka örnekler de vardır. Mesela “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” söylemi ile ortaya çıkan bazı yazarların ifadeleri de dikkat çekicidir. Akademik açıdan araştırılan tarih konularının gerçek olmayan olaylar ve oluşlar şeklinde kurgulanması mümkün olmamakla birlikte bu çevreler de “tarihin gerçekleri yansıtmadığı” savı ile iddialı bir şekilde başlık ve ifadeler kullanmaktadırlar. Gerçek tarihi kendilerinin yazdığı iddialarıyla kurguladıkları bir dizi bilgilerle sözde “popüler tarih” veya “gayri resmi tarih” adı altında “resmi tarih” dedikleri tarih konularına ve çalışanlara gerçeği yansıtmadıkları ve yazmadıkları yolunda eleştirirler yapmaktadırlar.
Aslında “resmi tarih” adını verdikleri tarihin de kapsamı ve şümulü ile niteliği tartışmalıdır. Acaba “resmi tarih” ile kastedilen üniversitelerin tarih bölümlerindeki akademisyenlerin yaptıkları araştırmalar mıdır? Yoksa ilk ve orta öğretim okullarında derinlemesine incelenmeyen ve yüzeysel işlenen tarih konular mıdır? Veya Türk Tarih Kurumu’nun yayınladığı kitaplar mıdır? Bütün bu soruların cevabı belli değildir.
Gerçekte tarih ilmi yalan söylemez ve doğru tektir. Ancak yazanların tutumları ve meseleleri ele alış tarzları yani konulara yaklaşımlarına göre şekillenen bir “Tarih” olduğu da elbette ki doğrudur. “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” söylemini geliştiren ve dillendirenler genellikle ideoloji, inanç ve ön yargılarla toplumun hassasiyetini ve ilgisini çekmek üzere bir yol izledikleri ve bu yolla kendilerine alan açmaya çalıştıkları için bir nevi kurgulanan yeni ve alternatif bir tarih ortaya çıkmaktadır.
Bu şekilde ne yazık ki yayın yapan dergi, broşür, televizyon dizisi, ticari amaçlı “kaldırım kitabı”, hatta tarihi roman vs. üzerinden toplum olarak Türk tarihi üzerine doğru yanlış, olumlu olumsuz bir dizi tartışmayla karşı karşıyayız. Eski zamanlarda meydanlarda yapılan savaş ve mücadeleler, bugünlerde televizyon ekranlarına, internet ortamına, gazete köşelerine ve elektronik ortamlarla sosyal medyaya taşınmış durumdadır.
Bu örmekler daha da arttırılabilir. Örneğin Sultan Abdülhamit ile ilgili iddialar, Lozan Antlaşmasına ilişkin tartışmalar vs. “Resmi Tarih” / “Popüler Tarih” konusu gibi konular hep tartışılmış ve halen tartışılmakta olan meseleler olmuştur. O halde bu karmaşık ortamda okuyucu ne yapmalıdır? Sorusunun en geçerli cevabı: “Çapraz okumalar yapmak” tan geçmektedir. Herkesin buna zaman ayırması veya seviyesinin yetersizliği ile kaynaklara ulaşmada yaşanan olumsuzluklar maalesef okuyucuyu bulduğu ile yetinme noktasına getirmekte ve bu durumda tarihi olaylara bakışta yanlış algı ve kanaatler oluşmaktadır. Bu durum ne yazık ki toplumsal ayrışmaya varacak derecede ki tartışma ve kopmaları beraberinde getirmektedir.
Türk Tarihinin Bütünlüğünü Zedeleyen Tartışmaların Nedenleri
Öncelikle Tarih ilmi bir sosyal ilim olması ve konularının beşeriyete ait olması nedeniyle sosyolojinin genel kuralı olan; “Sosyal olay çok nedenlidir”, ilkesi ile “sosyal olayın değişkenliği” ve yine, “Sosyal olayın karmaşıklığı” noktalarından hareketle tarihte cereyan eden olayları düşünürken bu ilkeleri göz aradı etmemek gerekir. Bu noktaları göz ardı eden araştırmacı veya yazar meselelere sadece bir noktadan yaklaşarak ele aldığı ve analitik çözümleme yapma gereği duymadığı takdirde, elde ettiği sonuçlar de ebetteki objektif ve ilmi olmaktan uzak kalacak ve tartışmalı hale gelecektir. Aşağılık kompleksi veya sair nedenlerle tamamen Batı hayranı olan birtakım şahıslar, kozmopolit yaklaşımlarla ele aldıkları Türk tarihini ilmi verilere göre eksik ve çarpık olarak yazıp, öğreteceklerdir. Bazı çevreler de geçmişte de yaşandığı gibi komşular ve müttefikler darılmasın veya küsmesin, diye tarihte yaşanan gerçekleri gündeme taşımaz veya görmezden gelirler. Böylece geçmişte yaşanan tarih hafızası ve mücadele tarihini olabildiğince yok sayarak, sözde “hümanist-insancıl” bir şekilde tarihi konuları vermeye çalışırlar. Bunun sonucunda da ilmi gerçekler saklanmış, araştırılıp yeni nesillere aktarılamamış olur.[10] Bazı şahıslar da akademik hayatta başarılı olamadıklarından her defasında olayları sadece bir veya iki nedene dayandırarak ve diğer verileri görmezden gelerek, olayları değerlendirip, amaçlarına ulaşmak ister ve akademik tarihin gerçekleri yazmadığını iddia ederler.
Türk Tarihi’ne ilişkin çarpık görüşlerin bir diğer nedeni de “Şarkiyatçı” batılı araştırıcılar ve onların etkisinde kalanlardır. Bunlar şarkiyatçıların Türk Tarihi’ne ait oluşturdukları olumsuz yaklaşımları benimserler. Bu oryantalist tarihçilerin eserlerini tercüme eden ve onları ilmi bir tenkide tabi tutmadan, adeta onların sözcüsü gibi davranan bu yerli “tarihi yazıcıları”, Türk Tarihi’ne genellikle olumsuz bir bakış açısıyla yaklaşırlar. Bunlar genellikle “Barbar Türk” söylemine bağlı bir Türk tarihi kurgularlar.
Dindarlığı öne çıkaran bazı kesimler de Türk tarihine yaklaşımlarında ve değerlendirmelerinde dini hassasiyetleri ve din etkisi ile Türk tarihinin sadece Selçuklu ve en çok da Osmanlı dönemlerini temel olarak ele alagelmişlerdir. Türk tarihinin aşağı yukarı bu kesimler X. Yüzyıldan önceki Türk tarihi ile Cumhuriyet sonrası tarih sürecini ya yok saymış veya ağır eleştirilerle yargılaya gelmişlerdir. Buna karşın bazı kesimler de tam bunun tersi olarak İslamsız Türk tarihi algısını ön plana çıkarmakta Selçuklu ve Osmanlı dönemi Türk tarihini önemsemez durumda olmuşlardır. Bu kesimler de İslam Öncesi Türk Tarihi ile Cumhuriyet sonrası süreci asıl Türk Tarihi olarak değerlendirme yoluna gitmişlerdir. Sözde “laik” bazı çevre ve kesimler de Cumhuriyet sürecini, Atatürk’ü ve Cumhuriyet tarihini çarpıtarak, adeta köklerinden kopararak, batıcı ve dini reddeden bir laiklik anlayışına bağlı olarak algılama eğilimindedirler. Bu kesimler Türk tarihini 1919 yılından itibaren başlatmaktadırlar. Bunların dışında milliyetçiliği eksik ve yanlış anlayarak hamaseti öne çıkartan bazı kesimler de kendilerine özgü bir şekilde Türk tarihinin sadece ihtişamlı dönemlerini, elde edilen başarı ve zaferleri, büyük komutanları ve kahramanları merkeze alarak hamasî bir tarih algısı üretirler. Ebetteki bu da eksik ve hatalı bir tarih anlayışıdır. Yukarıda sıralanan kesimler dışında, meydana gelen değişme ve gelişmelerden geçmişte kendilerinin veya akrabalarının, zamanında elde ettikleri ayrıcalıkları yitirenler olmuştur. Bu yolla zarar gören bazı çevrelerin torunları da sayılan kesimlere malzeme vereme bağlamında hizmet ederek kitap ve neşriyat çalışmaları yapma yoluna gittikleri görülmektedir.
Bütün bu çevreler kendilerine ve taraftarlarına siyasi çıkar ve ticari rant elde etmek üzere, hâkim olan eğilim ve iktidarlara yaranma çabası içerisinde olurlar. Bu çevreler tarihi, ilmi yollarla inşa etme gayreti duymayanlardır. “Ana kaynak” dediğimiz birinci elden kaynaklara inmeden kendi dünya görüşlerine uygun istismar edebilecekleri özellikle hatırat tarzı konuları seçerek, özel yaşamı tarihle karıştırıp bir takım iddia ve ithamlarla metinler yazmaktadırlar.[11]
Bu tarz yayınlarda ana kaynak yani birinci elden kaynaklara inilse bile, karşılaştırma ve mukayeseler yapılmayacağı için yaptıkları değerlendirmeler sübjektif kalır. Bu tür çalışmalar esasen propaganda amaçlı olup, tarih ilminin bilimsel tenkit usulleriyle örtüşmez. Bu çalışmalar ne yazık ki tarih ilminin inceliğini bilmeyen ve irdeleme gereği duymayan kitleler tarafından kolaylıkla gerçek tarih bilgisi gibi algılanabilmektedir. Ayrıca bu tarz tarih yazma işine girişenler ele aldıkları olayları veya şahsiyetlere bir noktadan saldırır ve bütün olayı ele almadan tek noktadan ve genellikle de özel hayat üzerinden gitmeye çalışırlar. Oysa özel hayat tarih değildir. Zaten bu tarz yayın yapanların kaynak ve dipnot gösterme zorunluluğu olmadığı için iddia ettikleri her görüşü rahatça ileri sürülebilmektedirler. Bu durumda üretilen sözde tarih konularıyla ancak tarih, politikacıların nutuklarını süsleyen “laf salatası” olma durumuna dönüştürülmektedir.
Sonuç
Hatırlanacak olursa Türkiye’de özellikle 1970’li ve 80’li yıllarda da günümüzde tarih üzerinden yapılan tartışmaların bir benzeri, Türk dili ile sözcükler üzerinde yaşanmıştı. O yıllarda bir yandan “Öz Türkçe” konuşup yazma gayretinde olan bir kesim vardı. Diğer taraftan başka bir kesim de “yaşayan Türkçe’yi savunmakta ve eski kelimelerin muhafazasını istemekteydi. “Türkçeleşmiş, Türkçedir” mantığından hareketle eski Farsça, Arapça veya başka dillerden gelen kelimelerin muhafazasını isteyen ikinci grup ile bunların tamamen tasfiyesini ve “arı” bir Türkçe ile konuşulup yazılmasını savunan birinci grup arasında tartışma ve kamplaşmalar uzun bir süre yaşanmıştı.[12] Bu tartışmalar o yıllarda siyasi atmosfere bağlı olarak yaşanan tartışmalardı. Bunlardan herhangi bir netice elde edilemedi.
Ne yazık ki günümüzde tarih üzerinde süregelen ve yukarıda irdelediğimiz tarih mevzuları üzerinden yürütülen tartışmalar da o günlerin kısır dil, tartışmalarına benzemektedir. Asalında tarih ilmine göre, eğer bir konu tartışılıyorsa, o konu henüz tam anlamıyla oturmamış ve araştırılmaya muhtaç demektir. Bu nedenle mevcut tartışılan konuların akademik anlamda ele alınması ve ilmi metotlarla incelenmesi gerekir. Tarih, geçmiş ve günümüz ideolojilerine malzeme bulmak için verimli bir kaynak niteliğindedir.
Geçmişte akademik tarih araştırıcısı olan bilim adamlarının Türk tarihi üzerine yaptıkları çalışmalarına baktığımızda Tarihin bütünlük ve süreklilik gösterdiğine şahit oluyoruz.[13] Aslında her milletin tarihi bütünlük arz eder ve bir bütündür. Hiçbir millet, kendi tarihini eksik, parçalı, kesintili öğrenmez. Hele ki tarihinin bir kısmını diğer bir bölümü ile asla tartıştırmaz, mağlubiyetleri ve zaferleriyle, başarı ya da başarısızlıklarıyla her millet, kendi geçmişini, merak eder. Bu konuda eksik bilgileri varsa onları da bilmek ister. Unutulmamalıdır ki geleneği olan büyük devletlere baktığımız zaman bunlar kurumsal davranırlar ve tarihe bütüncül açıdan yaklaşırlar. Yine Unutulmamalıdır ki tarihin bir bölümünü görmek, geri kalan tarihle kavga etmek devlet açısından da millet hayatı bakımından da zafiyet yaratır, milli birliğe zarar verir ve boş bir uğraştır.
Kaynakça:
ALPARGU, Mehmet, "Tarih Öğretmek" Çağdaş Eğitim Dergisi Temmuz–1987.
ATATÜRK, Mustafa Kemal, Atatürk, Nutuk, Cilt 1, 1919-1920, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1951.
HACIEMİNOĞLU, Necmettin, Türkçenin Karanlık Günleri, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2015.
KODAMAN, Bayram, "Tarih Araştırmalarında Metot Meselesi" Millî Kültür Dergisi, Sayı: 81.
ÖZÇELİK, İsmail, Millî Mücadelede Güney Cephesi, (Urfa), Atatürk Araştırma Merkezi, Yayınları, Ankara, 2005.
ÖZÇELİK, İsmail, Devlet-i ‘Aliyye’nin Kamusal Düzeni ve Kurumlara, Gazi Kitapevi, Ankara, 2014.
ÖZÇELİK, İsmail, Tarih ve Metodolojisi, Gazi Kitabevi, Ankara, 2014.
ÖZÇELİK, İsmail, Tarih Yazımı Üzerine, Berikan Yayınları, Ankara, 2017.
Sözcü Gazetesi, 30 Mayıs 2016.
TANERİ, Aydın, Türk Devlet Geleneği, Töre-Devlet Yayınları, Ankara, 1981.
Yeni Şafak Gazetesi, 30 Mayıs, 2016.
* Kırıkkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.
[1] İsmail Özçelik, Devlet-i ‘Aliyye’nin Kamusal Düzeni ve Kurumlara, Gazi Kitapevi, Ankara, 2014, s.73-97.
[2] Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, Töre-Devlet Yayınları, Ankara, 1981.s.25. “Millet kavramı devamlılık ve ebedilik düşüncesi ifade eder. Bu bakımdan millet manevi bir varlığın da karşılığıdır ve bir “hükmi şahsiyettir. Millet halinde yaşayan bir topluluğun amacı diğer milletlere karşı ortak menfaatini korumak zorunda olmakla beraber, ortak inanışları, hayat tarzını, adet, fikir, bilinç ve iradeyi devam ettirmektir. Millet, geçmişi, bugünü ve geleceği ile vardır. Halk ise, belli bir zaman ve yerde birlikte yaşayan insan topluluğudur. Halk kavramında millette olduğu gibi bir “devamlılık” yoktur. Halk, kişilerden oluşan kolektif ve fiziksel bir topluktur. Halk, Milletin yaşayan kesimi olarak görülebilir.”
[3] İsmail Özçelik, Tarih ve Metodolojisi, Gazi Kitapevi, Ankara, 2013, s.34.
[4] Bayram Kodaman, "Tarih Araştırmalarında Metot Meselesi" Millî Kültür Dergisi, Sayı: 81, s. 31.
[5] Mehmet Alpargu, "Tarih Öğretmek" Çağdaş Eğitim Dergisi Temmuz–1987.
[6] İsmail Özçelik, Millî Mücadelede Güney Cephesi, (Urfa), Atatürk Araştırma Merkezi, Yayınları, Ankara, 2005, s.111
[7] Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt 1, 1919-1920, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1951, s.1-3.
[8] Yeni şafak Gazetesi, 30 Mayıs, 2016.”
[9] Sözcü Gazetesi, 30 Mayıs 2016.”
[10] 1970’li yılların sonlarında Türk Büyüklerinin resimlerinin okullarda salonlardan indirilmesi ve bir odada toplatılması buna güzel bir örnek teşkil eder.
[11] İsmail Özçelik, Tarih Yazımı Üzerine, Berikan Yayınları, Ankara, 2017, 15.
[12] Geniş bilgi için bakınız: Necmettin Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2015.
[13] M. Fuad Köprülü başta olmak üzere ilmi araştırmalarıyla ön plana çıkan birçok tarih araştırıcısı Türk tarihin bütünlüğü ve sürekliliği konusunda görüş birliği içerisinedir.
Sayın Prof. Dr. İsmail Özçelik'e katılımlarından dolayı Prof.Dr. Nurullah Çetin tarafından bir “Teşekkür Belgesi” takdim edildi.
Etkinliğin ikinci yarısını oluşturan Şiir Dinletisi Rıfat Çakır tarafından gerçekleştirildi.
Halil Yazanel, Murat Haydaroğlu, İsmet Ulaş, Şaban Kahraman, Hasan Duman, Münir Atalar, Resmiye Özçelik, Erhan Çavdaroğlu, Mert Kılınç, Orhan Vergili, Niyazi Bali, Musa Ay, Mahir Ünat, Hatun Tulin Şenel, Fevzi Daşkın, Hanifi Işık, İbrahim Atasoy, Seyfettin Çoban, Niyazi Aydın, Ali Faruk Yıldırım, Mazlum Halisçelik, Necati Özdenkoş, İhsan Kapusuz, Nurullah Çetin, Hüseyin Dede Kargınoğlu, Pehlivan Uzun, Fevzi Gökalp, Bayram Yelen, Nurgül Kaynar Yüce, Harun Yüce, İbrahim Yaman, Yeter Bektaş, İlter Yeşilay, Meral Otan, Durak Turan Düz, İbrahim Demir, Osman Hazıroğlu, Fatma Elibol, Dudahi, Emektar, Tuncer Ulusoy, Saim Yaylagül, ve Mehmet Erciyes'de etkinliğe katılan isimler arasındaydı.
TÜRKİYE İLİM ve EDEBİYAT ESERİ SAHİPLERİ MESLEK BİRLİĞİ
İLESAM GENEL MERKEZİ
Adres
:
İzmir 1.Cad. No: 33/16 Aydın Apartmanı, Kat:4 Kızılay / ANKARA
Tel
0 312 419 49 38
Faks
0 312 419 49 39
Web
www.ilesam.org.tr
E-Posta
Adınız Soyadınız
Girilecek rakam : 464239
Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.