İLESAM CUMARTESİ SOHBETLERİ VE ŞİİR DİNLETİSİ (17 OCAK 2015) TÜRKÜ ve ALGI PROGRAMI

 / ETKİNLİKLERİMİZ

İLESAM CUMARTESİ SOHBETLERİ VE ŞİİR DİNLETİSİ

(17  OCAK 2015)

TÜRKÜ ve ALGI

“Ne zaman bir köy türküsü duysam, Şairliğimden utanırım”

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Bir İLESAM Cumartesi etkinliği daha İLESAM Kültür Evinde gerçekleştirildi.

Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliğinin bu haftaki  Cumartesi  Sohbetlerinde “Türkü ve Algı” konusu Yard. Doç. Dr. Mehmet Çevik tarafından anlatıldı.

Şiirin, edebiyatın, sanatın ve kültürün konuşulduğu, şiirlerin okunduğu program İLESAM Genel Başkanı Mehmet Nuri Parmaksız’ın yaptığı açılış konuşması ile başladı.

İLESAM Genel Başkanı Mehmet Nuri Parmaksız “Slogan ve Logo yarışmamızın ödül törenini geçtiğimiz Perşembe günü Necip Fazıl Salonu’nda gerçekleştirdik. Bu sene dördüncüsünü yaptığımız bu yarışma ile tarihimize not düştük. İLESAM adını duymamış öğretmenlerimizin ve öğrencilerimizin sayısı arttı. Dört yıldır Ankara’daki okullarda hayata geçirdiğimiz bu yarışmamızı Türkiye genelindeki okullarımıza açmak için gerekli  alt yapı çalışmalarımıza başladık.

İlk, orta ve lise ders kitaplarında Telif hakkı kavramı ile ilgili hiçbir metin yok; bu bağlamda bizler de bazı ders kitaplarına bu kutsal hakla ilgili birkaç sayfa bilgi koydurmaya çalışıyoruz. 01-15 Temmuz 2015 tarihleri arasında seminer dönemidir okullar için. Bu dönemde bizim ‘Telif Hakları ve Korsan Yayın’la ilgili olarak hazırladığımız seminerler okullarda kurulan bir sistemle lise düzeyindeki okullara ulaşacak.

Edebiyata, kültüre, sanata olan hizmetlerimiz devam ediyor. Bilindiği üzere beş yıldır İLESAM-Akçağ Yayınevi işbirliği ile gerçekleştirdiğimiz Roman-Şiir-Hikâye ve İnceleme-Araştırma dallarında 17 kitabı Türk edebiyatına kazandırdık. Bu seneki yarışmamızın sonuçlarını da Şubat ayı içinde açıklayacağız.Bu sonuçlarla birlikte yarışma bünyesinde yayınladığımız  kitap sayısı 19’a çıkacak. Önümüzdeki senelerde Akçağ Yayınevi  ile gerçekleştirdiğimiz bu yarışmayı edebiyatın sadece bir dalında gerçekleştirmeyi düşünüyoruz. Diğer dallarda farklı  yayınevleri ile koordine kurmayı hedefliyoruz.

Sadece burada değil; Orta Asya ve Balkanlarda da sesimizi duyurmak projelerimiz arasında. Bu arada İLESAM Marşı yarışmamızın kriterlerini belirlemeye başladık, şartnamesini hazırlıyoruz. Bu yarışmaya sadece İLESAM üyeleri katılabilecek; İLESAM Marşı bir İLESAM üyesi tarafından yazılmış olacak.

Bugünkü konumuz ‘Türkü ve Algı’. Aklıma Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Ne zaman bir köy türküsü duysam, Şairliğimden utanırım” mısrası geldi. Ne güzel bir mısradır bu. Hepimizin arzusu değil midir yazılan her mısraının gönüllerde yer alması. Konuşmacımız  Yard. Doç. Dr. Mehmet Çevik’i kürsüye davet ediyorum.”diyerek sözü Çevik’e bıraktı.

Yard. Doç. Dr. Mehmet Çevik konuşmasında;  türkü ve algı  konusunu ana hatlarıyla yansıtmaya çalıştı.

SAYIN ÇEVİK’TEN ALDIĞIMIZ BİLGİ NOTUNU AYNEN AKTARIYOR VE KENDİSİNE TEŞEKKÜR EDİYORUZ.

TÜRKÜ VE ALGI

-Türkü Kültüründe Değişim Süreci-

Türkü ve Algı başlığı altında, aslında türkü kültüründe değişim sürecinden söz edeceğiz. Değişim, doğanın ve insanın vazgeçilmez bir kuralıdır. Bu anlamda Türk kültürünün felsefe, dil, edebiyat ve müzik ekseninde estetik bir zevkle ifadesi olan türküler de zamanla değişime uğramıştır. Türkü kültüründeki değişim, aslında çok yönlü girdileri ve çıktıları bulunan oldukça karmaşık bir süreçtir. Söz konusu değişim; türkülerin icracılarını, icra ortam ve şekillerini, müzik aletlerini, işlevlerini ve dinleyicilerini kapsayan oldukça geniş bir yelpazede meydana gelmiştir. Ancak tüm bu yelpazeyi çerçeveleyen ve değişimin hem bir sebebi hem de bir sonucu olarak tezahür eden asıl şey, türkü algısındaki değişimdir. Söz konusu algı değişimi de türkülerin asıl üreticileri ve tüketicileri olan halkın değil, özellikle kentli, yönetimde söz sahibi elit sınıfların türkü algısındaki değişimdir.

Bu konu tarihsel süreçte ele alındığında, öncelikle kentli-köylü, yöneten-yönetilen, eğitimli-eğitimsiz, zengin-fakir, havas-avam gibi sosyolojik kategorilerin ortaya çıkıp gelişmesine bakmak gerekir. Türk kültürü özelinde bakıldığında, İslamiyet’ten önceki Türk yaşamında bu kategorileşmenin çok da keskin olmadığı gözlemlenir. Aslında bu o dönemdeki toplumsal düzenle ilgilidir. Çünkü hemen herkesin yaşam şartları aşağı yukarı aynıdır. Örneğin han çadırda yaşayıp ata biner, ava çıkar ve eline kılıcını alıp savaşır. Aynı şeyler bir çoban için de geçerlidir. Herkes aynı ortamda, aynı şartlarda yaşıyor. Yani bugün zihinlerimize yerleşmiş olan, toplumun alt kesimlerini ifade eden bir “halk” kavramı yok. Mesela bugün deniyor ki, “Cenaze törenine başbakan, bakanlar, rektörler, Ankara valisi ve halk katıldı.” Kimdir halk? Biz halk mıyız, vali halk değil mi?

Tüm bu süreci oldukça geniş bir kapsamda değerlendiren merhum Şükrü Elçin hoca, özetle şu belirlemelerde bulunur:

Dilimizdeki “halk” kelimesi ve kavramı; dinî, siyasî ve sosyal olaylarla iş bölümünün meydana getirdiği birtakım sınıf ve zümrelerin doğmasıyla ortaya çıkmıştır. İslamiyetten önceki Türk hayatında idare eden sınıfla idare edilenler arasında duygu, düşünce, ülkü; kısacası hayat ve kainat anlayışı bakımından büyük bir fark yoktu. “Ozan” denilen şairlerin “kobuz” adı verilen sazlarla söylediği koşuklar, destanlar, sagular; Totemizm, Şamanizm ve Budizm gibi inanç veya dinlerin manevi havası içinde bütün Türklerin estetik heyecanlarına tercüman oluyordu. Ancak İslamiyetin kabulünden bir süre sonra şehirlerde ve kasabalarda kurulan “medrese”ler, sınırlı sayıdaki insanı yeni dinin emrinde, “İslam ilimleri” ile bilgi bakımından üstün hâle getirince manevi havanın birliği bozuldu. Böylece “halk” telakkisi, üstünlük duygusuna kapılan medreseliler tarafından sınıflandırıldı: “Havâs” ve “avâm” adları ile bir ikilik doğdu. Türk halkını yüzyıllar boyunca hor gören ve kendilerini “havâs”tan sayan bu medreseliler dışında; idare, siyaset ve askerlik alanlarındaki konumları dolayısıyla zaman zaman devletin ve sarayın himayesini de gören “eşrâf” ve “zâdegân” adlı tarihî bir zümre daha ortaya çıktı. Arap ve özellikle de İran edebiyatının taklidi ile başlayıp gelişen ve sonradan “Divan edebiyatı” adı verilen edebiyat; bu zümrelerin zevk, düşünce ve ülkülerini aksettirmiştir. Bizde durum böyleyken Avrupa’da Rönesans’tan sonra halk hayatına karşı aydınlarda uyanan ilgi, 1789 Fransız İhtilali’nin getirdiği yeni fikirlerle beslenerek yeni bir şuur kazandı. “Halk” ve “millet” kavramlarının modern anlamda ele alınması bu zamanın eseridir. Avrupa karşısında gerileme ve parçalanma durumuna gelen Osmanlı İmparatorluğu’nda siyasî, sosyal ve edebî alanlarda Tanzimat hareketleri başladı. Bizde “halk” kavramının aranması bu döneme denk gelir. Böylece aslında var olan bir “halk” ve “millet”in Avrupaî bir görüşle aranması sürecine girilmiştir. Türkiye Türklerinde bu halka dönüş hareketi 1908’den sonra Türkçülük ve milliyetçilik davalarına paralel bir şekilde folklor akımı olarak kendini gösterir. Halk kültürü ile aydınların bilgi veya kültürleri arasındaki sınırı belirlemek, Türk halkının maddi ve manevi hayatını arayıp bulma düşüncesi ve “Divan edebiyatı” yanında bir “Halk edebiyatı” tasavvuru bu devrin romantizmini teşkil eder.

İslamiyet’ten önceki Türk kültüründe toplumun müziği de kategorileştirilmiş değildir. Ozanların kopuz eşliğinde söylediği sagular, koşuklar, destanlar toplumun tüm kesimleri nezdinde muteberdir. Ancak İslamiyet’le birlikte girilen yeni medeniyet dairesinde bu yapı yavaş yavaş değişir ve Osmanlı döneminde, olumsuz yönde zirveye çıkar. Kentli elit sınıfların içinde bulunduğu bu durum, elbette, sadece türkülere karşı değil, bütün olarak avam tabakasına, yani halka karşı böyledir. Öyle ki,

Osmanlı döneminde “Türk” sözcüğü, şehirdeki aydın ve yöneticiler nezdinde, “köylü” anlamında kullanılmaya başlanır.

“Köylü” anlamının yanında “Türk” sözcüğüne “göçebeçiftçi” gibi anlamlar da yüklenir. Örneğin bu kullanım, Mestî’nin İnsan Destanı’nda karşımıza çıkar:

Kimi türk kimi esnaf kimi hocadır

Kimi kırkta sabî kimi kocadır

Kimi alçak gönüllüdür yücedir

Kimi Nemrud gibi pek burnaz olur

“Türk” sözcüğünün bile böylesine olumsuz bir anlam değişimine uğradığı ortamda, Türk’ün kültürel değerlerine ve onun bir parçası olan türkülerine bakışın da olumsuz yönde değişmesi doğal görünmektedir.

Türküye bakış açısındaki olumsuzluk öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, türkülerin profesyonel icracıları ve asıl taşıyıcıları olan âşıklar, Divan edebiyatı mensuplarınca şair sayılmamıştır.

Bu konuyu, çok sayıda divan ve tezkireden örneklerle etraflıca ele alan Fuat Köprülü, özetle şunları söylemektedir:

Halk müziği ve halk şiirine ait her şey, hatta millî vezin olan hece ölçüsü bile Osmanlı aydınlarınca ve Divan şairlerince daima hakir görülmüştür. Öyle ki, dili biraz sade olan Divan şairlerine ait şiirlerin dahi halktan ilgi görmesi, o şair için bir hakaret vesilesi olmuştur. Saz şairleri, şair; halk şiirleri de şiir olarak görülmemiş; anlamsız, değersiz şeyler olarak değerlendirilmiştir.

Tanzimat dönemi sanatçılarından Muallim Naci, o zamanların İstanbul’unda şair ve yazarların uğrak yerlerinden olan Hacı Reşit’in Direklerarası’ndaki çayhanesinde geçen bir olayı anlatır. Buradan, Muallim Naci ile etrafındakilerin, saz şairlerine ve türkülerin yaşatıldığı halk kültürüne nasıl da küçümseyici baktıkları açıkça anlaşılmaktadır:

Geçen akşam Hacı Reşîd’e sazı omzunda acîbü’l-heykel bir şair çıkageldi. Kapıdan girince şöyle bir etrafına bakındı. Kendine benzer kimseyi göremedi. Dönmek istedi. Dönemedi. Utandı mı ne oldu? Geçti bir köşeye oturdu. Şairde gözlerin parlayışını görmeli idiniz. Hele dehşetli sazına hiç bakmağa gelmezdi. Adamın mutlaka güleceği gelirdi. Meşhur Âşık Garip Halebü’ş-şehbâ’dan henüz avdet etmiş kıyas olunurdu. O sırada bî-çare Âşık Garip’e esna-yı vedada validesi tarafından söylenilen: “Var Garib’im! Sağlık ile gelesin!” sözü insanın hatırına gelmemek mümkün mü olur? Daha neler geliyor ama söylenmez ki! Ne yaparsın? Sazlı şaire bakış görüş eden olmadı. Herif somurtmağa başladı. Beş on dakika geçti mi bilmem o koca saza şöyle bir el etti. “Tın tın tın!” sadası kıraathanenin içini dolaşmağa başlar başlamaz herkesin gözü sâhib-i sâz-ı bî-endaza teveccüh gösterdi. Bunun üzerine herif tıngırtıyı kesip epeyce şairâne olan bıyıklarını düzeltmeğe başladı. Şair bıyık fâlıyla meşgul olduğu sırada enzar-ı ehemmiyet üzerinden munsarif oluverdi. Herkes yine sohbetine daldı. Zavallının ıztırabı arttı. Çünkü “Şair baba! Biraz çal bakalım!” diyen olmadı. Nihayet şair-i tâbi, Reşîd’in yüzüne manalı bir suretle bakarak dedi ki: “Evlad! Burada şairler var imiş. Göster imtihan olalım. Meşhur-ı zaman olalım.” Cevap alamadı. Yârân sustular. Bir dakika kadar zaman bir sükût-ı umumî ile geçti. Müşteriler hep bu dehşetli şaire bakıyorlardı. Bir de (birden?) köşenin birinden bir ses zuhur etti. Şaire hitaben dedi ki: “Burada saz şairleri ötemezler, ötseler de dinleyen bulunmaz. Buraya gelenler hep kalem şuarasıdır. Anladın mı kuzum! Burası tavuk bâzârı değildir.”

Bunun üzerine şair için orada uzun uzadıya saz çalarak bir hicviye okumak var idi. Fakat herif yine biraz edîb imiş ki öyle yapmadı da “Eyvallah babam!” diyerek sazını omuzlayıp çıktı gitti.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Sonuç olarak,

1900’lerin başlarına kadar türkü; kentli, aydın ve elit sınıf tarafından genel olarak “köylü müziği” şeklinde tanımlanır. Çünkü yakın bir geçmişe kadar türkünün temel üreticisi ve tüketicisi, gerçekten de “köylü” sözcüğüyle ifade edilen kırsal nüfus ve kentte yaşamasına rağmen kente entegre olamamış kırsal kökenli nüfustur. Bu bakımdan söz konusu tanımlama, sosyal gerçekliğe dayalı bilimsel bir sınıflandırma gibi görünmekle birlikte, aslında arka planında bilinçsiz bir küçümseme ve ötekileştirmeyi barındırır. Çünkü “köylülük”; eğitimsiz, gelişmemiş ve kaba olmak durumuyla eşdeğerde görülür. Bunun sonucunda, Tanzimat dönemine kadar Arap ve Fars dili, edebiyatı, sanatı ve kültürü ile beslenip şekillenen; Tanzimat’tan sonra ise bu kültürün yanına Batı (Fransa) özentisini de ekleyen aydın sınıf, türkü kültürüne uzun süre yabancı kalır. Bu yabancı kalış, kültürü bilmemelerinden değil; aksine, bilmelerine rağmen “tanımama”larından, yok saymalarından kaynaklanır. Bu durum da türkülerin, türkü söyleyenlerin ve dinleyenlerin küçük görülmesine, hatta aşağılanmasına bile yol açar. Dolayısıyla yakın döneme kadar türküyle ilgili genel olarak olumsuz bir algılama şekli söz konusudur.

Bu algılama şeklinde, ilk kez, türkünün aydınlar tarafından keşfedilmeye başlandığı 19. yüzyılın ikinci yarısında bir kırılma göze çarpar. 1868 yılında yayımladığı Şiir ve İnşa adlı makalesinde Ziya Paşa, meseleye şiir sanatı açısından bakarak; Türk milletinin gerçek şiirinin gazel ve şarkı değil, halk şairlerinin sazlarıyla söylediği şiirler, yani genel olarak türkü olduğuna dikkat çeker. Böylece, aydın sınıfın türkü algısındaki değişimin ilk belirtileri ortaya çıkar. Bundan sonra, 1868 yılından bugüne kadar çeşitli nedenlere bağlı olarak farklı türkü algıları oluşur ve birkaç evrede gerçekleşen kapsamlı bir değişim süreci meydana gelir.

Türkü kültüründeki değişim süreci 4 evrede gerçekleşmiştir ki bunlar;

a.      Keşif Evresi (1868-1922)

b.      Romantik-Politik Evre (1922-1952)

c.       Egzotik Evre (1952-1990)

d.      Popüler Evre (1990 Sonrası)

şeklindedir. Bu evrelerde, birbirlerinden farklı türkü algıları ortaya çıkar. Söz konusu algıların oluşmasında birçok siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel neden etkili olur. Aynı şekilde bu algılar, sadece türkü kültüründe değil, sosyal yaşamın birçok alanında da yeni gelişmelerin ve çeşitli durumların ortaya çıkmasına neden olur. Yani türkü kültüründeki değişim sürecinde ortaya çıkan farklı türkü algıları, hem bir şeylerin sonucu hem de başka bir şeylerin sebebi durumundadır.

a.      Keşif Evresi (1868-1922)

Türkü kültüründeki değişim sürecinin Keşif Evresi, Ziya Paşa’nın 1868 yılında yayımladığı Şiir ve İnşa adlı makalesiyle somut olarak başlar. Ancak bu evrenin ortaya çıkıp gelişmesinde, 1789 Fransız İhtilali ile yayılan ve 19-20. yüzyıllarda dünyayı yeniden şekillendiren Milliyetçilik Akımı etkili olur. Kozmopolit bir imparatorluk yapısındaki Osmanlı’nın da dağılmasına neden olan milliyetçilik dalgası, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Tanzimat Edebiyatı’yla birlikte, aslında Osmanlı’nın çekirdek unsuru durumundaki Türklerin ve Türklüğün de âdeta keşfini sağlar. Bu anlamda ilk değişim, Osmanlı aydınının Türk ve Türklük algılarında yaşanır. Ancak Ziya Paşa’nın, türkü bağlamında üstü örtülü bir Türk milliyetçiliği barındıran Şiir ve İnşa makalesindeki düşünceleri II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908 yılına kadar ciddi bir destek ve taraftar bulamaz. Bu dönemden sonra ise, Türk milliyetçiliği düşüncesini geliştirip işlemeye çalışan çeşitli kuruluş ve düşünürler, türkülerin millî kimlik açısından önemini vurgulayan ve bir an evvel halktan derlenip yazıya geçirilmesi çağrısında bulunan çok sayıda yazı yayımlar. Örneğin:

?         Rauf Yekta Bey, Şehbal (1911)

?         Türk Derneği Mecmuasındaki çeşitli yazılar (1913)

?         Ziya Gökalp, Halka Doğru Mecmuası (1914)

?         Ahmet Cevdet (Onan) İkdam (1916)

?         Necip Asım (Yazıksız) Türk Yurdu (1916)

?         Musa Süreyya Bey, Yeni Mecmua (1918)

Türkülerin halktan derlenmesini, yazıya ve hatta notaya aktarılarak kayıt altına alınmasını dile getiren bu çabaların ilk somut sonucu 1922 yılında Darü’l-Elhan’ın girişimleriyle elde edilir. Daha sonra İstanbul Belediye Konservatuvarına dönüştürülen Darü’l-Elhan, 1922 yılında türkülerin derlenmesiyle ilgili bir anket hazırlar. Bu anketi Millî Eğitim Bakanlığı aracılığıyla öğretmenlere ulaştırır ve zayıf da olsa geribildirimlerini alır. Böylece daha önce millî bilinç çerçevesinde, gazete ve dergilerdeki yazılarda ele alınan türkü konusu, artık fiilî olarak alanda araştırılmaya başlanmış olur. Dolayısıyla, Darü’l-Elhan’ın 1922’de başlattığı bu anket uygulamasıyla, türkü kültüründeki değişim sürecinin Keşif Evresi son bulur ve devletin, kültür politikaları çerçevesinde resmî olarak yönettiği Romantik-Politik Evre’si başlar.

b.      Romantik-Politik Evre (1922-1952)

1922’de Darü’l-Elhan’ın söz konusu anket çalışmalarıyla başlayan Romantik-Politik Evre, Ankara Devlet Konservatuvarının ilk dönemindeki son derleme gezisini düzenlediği 1952 yılına kadar olan dönemi kapsar. Bu evrede türkü genel olarak, yeni kurulan devletin romantik milliyetçilik ile temellendirilen resmî politikalarında, millî kültürü inşa etmenin etkili bir aracı olarak görülür. Bu nedenle, millî ve çağdaş bir Türk müziği yaratmak amacıyla türkülerin derlenmesi ve Batı tekniğiyle armonize edilerek yeniden işlenmesi planlanır.

Keşif  Evresi’nde türkülerin önemi teorik olarak dile getirilirken bu evrede fiilî çalışmalar gerçekleştirilir. Bu çalışmaları devlet yapar veya yönlendirir:

?  Darü’l-Elhan’ın anket çalışmaları (1922-1925)

?  Seyfettin ve Sezai Asaf [Asal] kardeşlerin Millî Eğitim Bakanlığınca verilen görevle İzmir çevresinden türkü derlemeleri (1925)

?  Darü’l-Elhan heyetinin fonografla derleme gezilerine çıkması (1926-1929)

?  Türk Halk Bilgisi Derneğinin derleme gezileri (1927-1932)

?  Ahmet Kutsi Tecer tarafından Sivas’ta kurulan Halk Şairleri Koruma Derneğinin  Sivas Halk Şairleri Bayramı’nı düzenlemesi (5-7 Kasım 1931)

?  Halkevlerinin türkü çalışmaları

?  Macaristan’ın ünlü müzik adamı Béla Bartók’un Türkiye’ye davet edilmesi, Ankara’da konferanslar vermesi ve Çukurova yöresinden türküler derlemesi

?  Radyonun türkü çalışmaları

?  Özellikle Muzaffer Sarısözen’in Bir Halk Türküsü Öğreniyoruz (1939) ve Yurttan Sesler (1940’tan itibaren) programları

?  Ankara Devlet Konservatuvarının 1937-1952 arasında her yıl düzenli olarak türkü derleme gezilerine çıkması

Romantik-Politik Evre, Ankara Devlet Konservatuvarının 1952’de son derleme gezisiyle fiilî olarak son bulur. Çünkü bu dönemden itibaren türkülerle ilgili yepyeni bir algılama şekli gelişmiş ve Egzotik Evre’ye girilmiştir.

c.       Egzotik Evre (1952-1990)

1952’de başlayan Egzotik Evre, özel radyo ve televizyonların yayına başladığı 1990 yılında tamamlanır. Değişim sürecinin ilk iki evresinde yükselen bir değer olan türkü, Egzotik Evre’de durağan bir döneme girer. Ancak bu durağanlık, türkü üretiminde değil, kentli çevrenin ve yönetici-aydın sınıfın türkü algısında yaşanır. Zira bu dönemde türkü, millî kimliği yansıtmada, yaşayan bir kültür ögesi değil; âdeta egzotik ve otantik değere sahip, dolayısıyla da müzelik bir folklorik öge şeklinde algılanır.

Ancak bu algının oluşması, yani Egzotik Evre’nin başlaması 1952 yılında birdenbire olmaz. Aslında Romantik-Politik Evre devam ederken 1938’de Atatürk’ün ölümünden sonraki süreçte yaşanan birtakım gelişmeler, bu evrenin zeminini hazırlamaya başlar. 1950’lerden sonra yaşanan bazı gelişmeler de evredeki türkü algısının pekişmesine yol açar.

Bu çerçevede Egzotik Evre’nin oluşup gelişmesinde;

1.      1938-1960 arasında izlenen resmî kültür politikaları ve bu politikaları şekillendiren Hümanizma akımı,

2.      Aynı dönemde izlenen ve liberal-kapitalist ekonomiye yönelmiş olan ekonomi politikaları,

3.      Türkiye’nin Batı ve özellikle de Amerika’yla ilişkilerinin Türkiye aleyhinde bir yörüngeye girmesi, bununla birlikte Türkiye’nin popüler Batı müziğiyle tanışması ve ardından Anadolu pop türünün oluşması,

4.      Kırdan kente göç hareketlerinin yaşanması ve birbirlerine bağlı olarak gecekondu kültürüyle arabesk müziğin ortaya çıkması, (GÖÇ: romantik köylü imajıyla kentteki realist köylü imajının çatışması!)

5.      1960’lardan itibaren belirginleşen ideolojik-siyasi kutuplaşma ve buna bağlı olarak gelişen “solcu türkücü” imajı ile özgün müzik türünün ortaya çıkması (TİP Âşıklar Derneği)

gibi sebep ve sonuçlar etkili olur. Ancak 1980’lerle birlikte değişmeye başlayan Egzotik Evre’nin türkü algısı, 1990’la birlikte yerini Popüler Evre’ye bırakır.

d.      Popüler Evre (1990 Sonrası)

1990’da özel radyo ve televizyonların yayın hayatına girmesiyle başlayan Popüler Evre, kısmen tartışılır da olsa hâlâ devam etmektedir. Bu evrede türkü ve onun temel enstrümanı olan bağlama saygın bir konuma ulaşır. Çünkü artık türkü; eğitimsizlik, gelişmemişlik ve kabalıkla eşdeğer bir anlam yüklenen “köylü”nün müziği olmaktan çıkar. Herhangi bir sosyal ve ekonomik sınıf ayrımı olmaksızın tüm topluma hitap eder. Yani bu evrede türkü, müzikal formda estetik ve sanatsal bir ifade biçimi şeklinde algılanır. Bu algılama biçimi, türkünün, tarihsel ve kültürel öneminin yeniden keşfedilmesini de sağlar.

Diğer evrelerdeki gibi, Popüler Evre’nin oluşup gelişmesinde de birçok etken belirleyici olur. Bu anlamda;

1.      Özel radyo-televizyonlar ve internet teknolojisiyle güçlenen medya

2.      Göçle gelen kırsal nüfusun kente entegrasyonu (bağlama kursu ve türkü bar)

3.      “Solcu türkücü” imajının törpülenmesi ve önemsizleşmesi,

4.      Aleviliğin kamusal alana taşınması,

5.      “Müzik uyanışı” teorisi bağlamında türkülerin uyanışı ve uyanış önderleri.

gibi etkenler, Popüler Evre’nin yaşanmasında etkili olur.

SONUÇ:

 

Tüm bunlarla birlikte, bizim son evre olarak belirdiğimiz Popüler Evre’nin de gerçek anlamda hâlâ devam edip etmediği bugün için tartışmalı bir konudur. Çünkü türkünün popülerleşmeye başlamasıyla “piyasa” değeri yükselmiş; bu nedenle birçok kişi, türkü konusunda donanım ve bilinç olarak yetersiz olmalarına rağmen “türkü sanatçısı” kimliğiyle müzik piyasasında boy göstermiştir. Dolayısıyla bugün, sanatsal estetikten yoksun olan, bu nedenle de geniş kitleler için pek de cazip gelmeyen birçok türkü icrasıyla -ya da türkü olma iddiası taşıyan birtakım icralarla- karşılaşılabilmektedir. Bu durumda popüler olanın salt türkü değil; sözleri, bestesi, müzikalitesi, icrası ve icracısıyla nitelikli türkü olduğu da düşünülebilir. Aslında bunlar, türkü algısı bağlamında özellikle 2010’lu yıllardan itibaren gelişen yeni bir değişim evresinin belirtileri şeklinde yorumlanabilir. Ancak içinde bulunduğumuz dönemi gerçek bir bilimsel objektiflikle değerlendirebilmek ve farklı bir türkü algısıyla şekillenen yeni bir değişim evresinin olup olmadığını anlayabilmek için

Yard. Doç. Dr. Mehmet Çevik “Türkü ve Algı”  konusunda söyleyeceklerini noktaladıktan sonra  kendisine yöneltilen soruları da cevapladı.

Mehmet Çevik’e katılımlarından dolayı Prof. Dr. Nurullah Çetin tarafından  bir “Teşekkür Belgesi” takdim edildi.

Etkinliğin ikinci yarısını oluşturan Şiir Dinletisi İLESAM üyelerinden Murat Duman  tarafından gerçekleştirildi.

Yurt Sevgisi, Yörük kızı, hile, yalan dünya, Yaradan’ın lütfü, unutmak, türkü, arkadaş, hazan rüzgarı, gurbet, özlem, aşk, sevgi, yaşlılık, ruhlar alemi temalı şiirler, şairlerinin sesinde can buldu. Nurettin Gür Ozanoğlu sazı ve sözü ile keyifli dakikalar yaşatırken Sevinç Doğancan Güven de sözü ve bestesi kendisine ait olan şarkısına ses oldu.

Cumartesi programına katılan isimler arasında Nevzat Taşkıran, Sadık Kılıç, Orhan Vergili, Nemci Dal, Mahir Ünat, Cemile Açıksöz, Hikmet Özdemir, Halil Yazanel, Ergun Veren, Mehmet Kındap, Baki Erdoğan, Niyazi Bali, Hanefi Işık, Ali Kemal Parıldar, İlter Yeşilay, Cemal Tuzcuoğulları, Orhan Gazi Yılmaz, Sibel Unur Özdemir, Murat Güvendik, Bayram Yelen, Tuncer Ulusoy, İbrahim Yaman, Hayrettin Gültekin, Nurettin Gür Ozanoğlu, Erdal Ercin, Şakir Susuz, Yasemin Meydan Yeşilhisar, Fevzi Gökalp, Meral Otan, Sevinç Doğancan Güven, Seyfettin Çoban, Cihat Solmaz, Uğur Polat, Ömer Faruk Atlı, Ali Kara Hacıoğlu, İsmet Bora Binatlı, Aşık Sevdai, Sevgi Yücebaş, Fatma Kalkan vardı.

Şiir, saz, söz, sohbet  derken  bir Cumartesi güzelliğinin daha sonuna gelindi.

İLESAM Şiir Dinletilerimize şiire, sanata ve kültüre gönül veren herkesi- üyemiz olsun veya olmasın-bekliyoruz.Unutmayın!!!

HABER METNİ: Sibel Unur Özdemir

FOTOĞRAFLAR: Sibel Unur Özdemir-Orhan Vergili

 Okunma Sayısı : 3467         23 Ocak 2015

Yorumlar

Yorum Yap

Adınız Soyadınız

Girilecek rakam : 17680

Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.