İLESAM ve İLESAM ÜYELERİNDEN HABERLER (21 Mart 2016) İLESAM’IN DEV PROJESİ “ÇANAKKALE RUHU ve MEHMET AKİF ERSOY SEMPOZYUMU” (18-19 MART 2016) Çanakkale zaferinin 101. yıldönümünde Ardahan Üniversitesi (ARÜ) ev sahipliğinde, Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM) öncülüğünde ve Türk Tarih Kurumu (TTK)’nun katkıları ile “Uluslararası Çanakkale Ruhu ve Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu” gerçekleştirildi. ARÜ İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi (İBEF) Hoca Ahmet Yesevi Konferans Salonu’nda 18-19 Mart 2016 tarihlerinde düzenlenen sempozyumda ünlü edebiyatçılar, akademisyenler ve öğrenciler buluştu. İLESAM Genel Başkanı Mehmet Nuri Parmaksız’ın yaptığı açılış konuşması ile başlayan sempozyumda 18 farklı üniversiteden 30’a yakın akademisyen Çanakkale Zaferi ve Mehmet Akif Ersoy ile ilgili bildiriler sundu. İLESAM-KABAKÇI KONAĞI ŞİİR DİNLETİSİ Bütün sanatseverlerin davetli olduğu İLESAM- Kabakçı Konağı Şiir Dinletisi 14 Mart 2016 Pazartesi günü saat 19.00’da İLESAM Yönetim Kurulu üyelerinden Durak Turan Düz’ün sunumu ile gerçekleştirildi. Programa katılan şairler değişik konulardaki şiirlere ses oldular. ARAŞTIRMACI-TARİHÇİ YAZAR ŞÜKRÜ ALTIN’IN “AŞKIN ADI YAVUZ & CARİYE” İSİMLİ YENİ ROMANI ÇIKTI; Araştırmacı-Tarihçi Yazar Şükrü Altın’ın yeni romanı çıktı; “AŞKIN ADI YAVUZ & CARİYE” (Roman) Tüm internet sanal marketlerde ve kitapçılarda bulunmaktadır. Bu kitap “Çelik Yayınlarından” çıkmıştır. KİTAP TEMİN ADRESİ: “kitapyurdu” sitesinden temin edebilirsiniz: http://www.kitapyurdu.com/kitap/askin-adi-yavuz-amp-cariye/390201.html&filter_name=şükrü%20altı BU KİTABIN KAPAK ARKA YAZISI Gümüş eyerli yağız atının üzerinde bir yiğitti Yavuz. Keskin bakışları ile; “Davranın yiğitlerim” diye haykırışında, sadece yiğitleri değil sancak ve tuğlar da şahlanıyordu. Öyle bir saldırın ki diyordu, “düşman bile düşmanlığına doymasın!” Büyük bir cengin haberini veriyordu. Ya o cariye? Peri yüzlü, dal boylu, kalem kaşlı, alyanaklı cariye. Konuşunca gamzelerinde çiçekler açan, susunca gözlerinde doru kısraklar koşan cariye. Sarayın has odasına girdiği andan itibaren büyük bir aşkın haberini veriyordu. Yavuz bir yiğit, cariye bir dilber… Biri dünyaya hükmeden bir sultan, diğeri o sultanın aşkı ile şehadet şerbetini içen bir Çerkez kızı... Ve ortaya çıkan bu müthiş eser. Her satırı sürükleyici. Her satırı etkileyici… Tüm Türkiye’deki kitapsever okuyucularıma teşekkür ediyorum. Saygılarımla… İLETİŞİM BİLGİLERİ Şükrü ALTIN (Eğitimci-Yazar) Mail: naksi40@hotmail.com Web:www.sukrualtin.com.tr SENEM GEZEROĞLU’NUN YENİ KİTABI VE İMZA GÜNÜ Senem GEZEROĞLU’nun deneme türündeki ilk kitabı “Harflerin Aşkı”ndan sonra ikinci kitabını öyküler oluşturuyor. Kitap “Zaman Dursun İstedim” adıyla İz Yayıncılık’tan çıktı. Kitabın arka kapağında yer alan tanıtım metni ise şöyle: “Senem Gezeroğlu tuhaf ama sahici karakterlerin tuhaf ama sahici hayatlarını öyküleştiriyor. Yazarın kurmaca ile hayat arasındaki gelgitlerinin temel noktası zaman. Öykülere konu olaylar ve karakterler kadar, zamanın da kırılmalara uğradığı kitapta, yazar okurlarına yeni bir zaman taahhüt ediyor. Okura kalansa bu zamanın neresinde olduğuna karar vermek. Zaman Dursun İstedim, zamanı durdurmak kastıyla yazılmış öykülerin toplamı…” Yazar 13 Mart Pazar günü CNR Kitap Fuarı’nda yeni çıkan kitabını imzaladı. SADIK TURAL SAĞLIKLI VE PAYLAŞMACI SEVME İLE SEVİLMELER A Sevme ve sevilme, hava, su ve yiyecek kadar önemli bir ihtiyaçtır. Bedenin işleyişinin ilk ve görünür ihtiyaçları olan hava, su, yiyecekler gibi, ruhun ilk ve görünebilir ihtiyacı da, sevme ve sevilmedir. Bedenin oluşum ve gelişiminde, sağlığını koruyarak işlevlerini yerine getirmesinde, temiz hava, temiz su ve temiz yiyecek ile temiz barınak çok önemli ihtiyaç, çok önemli dört etkendir. Bu etkenlere bağlı ihtiyaçların gerektiği zaman ve gerektiği kadar, gerektiği temizlikte karşılanması, insan sağlığının ön şartıdır. Bedene veya ruha ait parçalardan birinin, yaratılış, var oluş sebep ve işlevine uygun olarak çalışmaması, ve/veya işlememesine hastalık denir. İnsan, hayatının her ânında başkalarının sevgisine, şefkatine, merhametine ve ilgisine muhtaç olan bir canlıdır. Hangi cinsiyeti taşırsa taşısın, gerektiği zaman, gerektiği kadar ve gereken temizlikte/içtenlikte sevilme ihtiyacı karşılanmamış insanlarda, bedenî ve ruhî rahatsızlıklar görülmektedir. Başta özgüven duygusu bozukluğu ve çeşitli obsesyonlar olmak üzere, biyo-psikolojik hastalıklar, benlik ve kimlik rahatsızlıkları haline ortaya çıkıyor. İyileşmeler ise, uygulanan tedavi yöntem ve araçları kadar, sevildiğini bilmek, sevenlerini daha fazla üzmemek nitelikli özel bir enerjinin, umut ve hayata tutunma olarak ortaya çıkmasıyla mümkün olabilmektedir. İnsanların büyük çoğunluğu 15-30 yaş arasında, bir kısmı ise -ne yazık ki- her zaman, şu gerçeği öğrenmemiş oluyorlar: Basit, bayağı, geçici ve sıradan bir mutluluk ile yetinmek yerine, özlem, üzüntü, özür ve pişmanlık ile biçimlenen sevgi temelli mutluluğu tercih ederlerse, ruhlarının yaratılış sebebine yaklaşacağını. Sağlıksız sevgilerin, hastalıklı ilişkilerin yalnızca iki kişiyi değil, onların yakınlarında bulunan, aralarında, kan bağı veya sosyal yakınlık taşıyan insanları da rahatsız edeceği açıktır. Sağlıksız sevgilerin yol açtığı sağlıksız ilişkilerin, toplumdaki sosyal, kültürel, ekonomik birçok hastalığa işaret ettiğini söyleyebiliriz. Bu hastalıkların hem teşhis, hem de tedavisi açılarından, sorumlu, görevli ve yeterli olan meslek sahipleri ile kurumlar, e k s i k s i z teşhis koyup, tedavisi için çalışmalıdırlar. Hekimlerin, hakimlerin, eğitimcilerin ve psikologların ,ailelerin görevini vurgulama yanında, her aydın şu soruları bir kere öncelikle kendisine de sormalı, sonra yeterli cevabı verecek kişilerin, kurumların, mesleklerin kapısını çalmalıdır: Toplumun, hem psikolojik dengeli bütünlüğünü bozan; ruh sağlığını yok eden, hem de bedenini hastalandıran olumsuz etki odaklarının ve kişilerin öncelikle tespit ve teşhiri, sonra da etkisizleştirilmesi için kimler ne yapmalı, nasıl yapmalı? Ahlâk nedir? Ahlâk, insanın kişilerin, beden ve ruh sağlığına; toplumun, özgürlük, uygarlık, adâlet, mutluluk, huzur, refah düzeyine; devletin iç ve dış siyasetinde bağımsızlık ve saygınlığına hangi katkıları sağlamaktadır? Allah’tan korkmayan, kuldan utanmayan atalardan sakınmayan, yarından çekinmeyen insan ahlaklı sayılabilir mi? Ahlâksızlığın, adaletsizliğin, bayağılığın ve merhametsizliğin, saygısızlığın ve edepsizliğin bazı kişi ve grupların hakkı olduğunu düşündürecek türden görüş bildirme ve uygulamalar karşısında, ortak tepki verme bir geleneğe dönüştürülemez mi? Sağlıklı ilişkinin öznesi olmak üzere, kadın kavramı ve kadını sevme konusunda, erkekleri yeteri kadar eğittik mi? Erkek ve erkeği sevme konusunda genç kız ve kadınları, sağlıklı ilişkiler kurup geliştirme amacıyla, yeteri kadar bilgilendirip eğittik mi? Annesi ile kendisi arasında saygının ve sevginin temellendirdiği, sağlıklı, samimi ve sürdürülür ilişkiler kuramamış bir erkeğin, başka bir genç kadınla sağlıklı sevme ölçütlü bağlantılar kurup yürütmesi mümkün mü? Babası ve erkek kardeşi ile sağlıklı sevgiyle temellenmiş olmak şartıyla, dürüstlük, samimiyet ve güvene dayalı ilişkiler kuramayan, annesi ile saygıya ve sabırlı özveriye dayanan güçlü ve karşılıklı vazgeçilmezliği sürdüremeyen genç kız ve kadınların, sağlıklı bir aile oluşumuna katkısı olabilir mi? Benlik ve kimlik rahatsızlığı, cinsel kimlik arızaları taşıyan genç erkek ve kadınların öncelikle bu problemlerini gidermeleri için, psikolojik ve psikiyatrik yardım/tedavi almaları gerekmez mi? Türk soylu halklar, son otuz yıldır kentleşmenin sancılarını yaşamakta; önce televizyonun, ardından da ona eklenen bilgisayar teknolojilerine bağlı etkileme ve yönlendirmelerle her açıdan bunalmıştır. Bu bunalmaların doğurduğu, ahlâksızlığa pirim veren her türden kışkırtma ve bencilleştirmeyi, bayağılığı ve kabuktaki sevgiyi, yalanı ve ikiyüzlülüğü ve ihaneti, sağlıksız ve ömürsüz ilişkiyi reddedici türden, hangi kurumlara hangi tepkileri verdim, verilmesine çalıştım? Bu soruların cevabının oluşturulmasının etkili ve yetkili insanların ana gündemi haline getirilmesi, her vatandaşın hem vaz geçilmez, devredilmez hakkı, hem de görevidir. Sevmek, içinde şefkat, incelik, merhamet, iyi niyet, kişiliğe saygı, sadakat, güven, adalet, koruma duygusu, anlayış, sabır ve arzulama adlı on iki ögeyi bulunduran, psiko-biyolojik tutum ve davranıştır. Bu on iki temel yapı ögesinden en az ikisinin işlevsiz kalması sonucunda, sağlıklı sevmenin eksilerek yok olma süreci başlamaktadır. Sağlıksız sevme ve sevilmeler, birbirleri veya diğer kişi, olay ve durumlarla ilgili tanımlamada ve değerlendirmede olumsuzlukları tekrarlayarak genişleyen; tahammülsüzlük, gerginlik, öfke göstergeleriyle ortaya çıkan, eleştirmenin, küfürlü bir aşağılamaya dönüşmesiyle hastalığı artan durumlarda, sevme/sevilme ç ö k ü n t ü y e uğramaktadır. Sevmenin hastalandığının, sevenlerden birinin sevgisinin sağlıksızlığının son aşaması ise, şiddet uygulama ile son sınırına dayanmış olmaktadır. Hangi türden olursa olsun, bağları çürümeye başlamış ilişkilerin taraflarından biri, diğerine, saygısız, küçümseyici ve aşağılayıcı türden olumsuz tutum ve davranışlar gösteriyorsa, s e v gi’nin sağlığını yitirdiği kesindir. Bu on iki yapılandırıcıdan en az ikisi sağlıklı işleyişini kaybederek hastalanırsa , sevginin, sağlıklı sevilmelerin sürdürülmesi için –mümkünse-gerekenler yapılmalıdır. Hastalığın ilk aşamalarında psikiyatrinin çok faydalı olacağını özellikle söylemeliyiz. On iki yapılandırıcıdan bazılarının bozulmasıyla oluşan ihanet veya ısrarlı yalancılık yahut para, mal kaçırma/hırsızlık durumları, s e v g i denilen bağlardan bir kısmının ileri derecede hastalanmışlığıdır. Türk toplumunda ihanet, daimi yalancılık ve mal, para hırsızlığı özelliklerinden herbiri, ahlâksızlık sayılmakta ve boşanma sebebi olmaktadır. Bu üç çirkin durumdan birinin, annesine veya babasına ait olduğunu öğrenen çocuklar, psikolojik ve sosyolojik travmalar ile boğuşmaktadırlar. Ağır veya ölümcül hastalıklar ve hastalar için yapılacaklar sınırlıdır. Bu on iki kavramla ilgili biyo-psikolojik sağlığını kaybetmiş sevgi sahipleri(?), birbirine çok çirkin, iğrenç ve vahşi biçimde zarar verebilir, öldürebilirler. Sağlıklı sevgi nedir ve nasıl sürdürülebilir? İki insan arasında, kesintisiz ilginin, bağlılığın, vazgeçilmezliğin temellendirdiği sevgiye dayalı bağ, bağlantı ve paylaşımlar,temel özellikleri taşımak şartıyla varlığını sürdürür. Sağlıklı sevme ve sevilmeler, şahsiyete bağlı yarışmalara, sürtüşmelere, ’önce ben’ veya ‘sen kimsin’ kavgalarına izin vermeyen bir s a y g ı; yumuşaklığın, inceliğin ve sabrın biçimlendirdiği bir h o ş g ö r ü; şefkatin, merhametin, samimiyetin yoğurduğu bir özveri (fedakârlık) bulundurmalıdır. Bu temel özellikleri koruyamayan, ilişkiler sağlıklı değildir, paylaşımcı ve ruh eğitici değildir. Sağlıklı olmayan ilişkiler/birliktelikler de, ailenin sağlıksızlığına, ailelerin, sağlıksızlığı ise, sağlıksız toplum olmaya yol açar. Toplumların beden ve ruh sağlığı, hem ortak benlik ve ortak kimliğin, hem de, kişiye özgü benlik ve kimliğin temeli olan bir hazinedir. Beden ve ruh sağlığı yerinde olan bir toplumun, siyaset, kültür ve iktisat alanlarına ait b a ğ ı m s ı z l ı k denilen hazineyi oluşturup, koruyup kollaması mümkün olur. İki insan arasında, taraflardan birinin diğerini vazgeçilmezlik ölçüleriyle sevmesine, tutku ölçüleriyle bağlanmasına aşk diyoruz. Âşık olduğunu söyleyenlerden birinin diğerine , temiz, içten, şefkat ve merhameti öne çıkaran bir bağlılığı nasıl sürdüreceklerini de, sağlıklı aşk’ı paylaşmak için, nasıl davranılması gerektiğini de yeterince öğretmiyoruz. Aşk da, öğrenilebilen, arızaları giderildikçe yeni bir evreye geçerek sürdürülen bir insan ihtiyacıdır. İnsan zekâsının açılım ve dönüşüm başarılarına bağlı olarak, örgün ve/veya yaygın eğitim ve öğretim ile birçok bilgi ve davranış kazanabilen bir canlıdır. Bilgi ve davranış kazancının oluşturduğu birikim ile insan, daha az hata yapan, daha benzeşirlik ve uzlaşmacılık niyeti taşıyan, daha az bencil daha çok merhametli, şefkatli ve duyarlı oluyor, olmalıdır. Ele geçirme, teslim alma, köleleştirme ve işkence etme, acı çektirme sevme ve sevilmenin yapısını bozan hastalıklı eğilimlerdir. Gençlerin ve orta yaşlıların birbirini severken ortaya çıkan sinerji nitelikli ve sevme ve sevilmenin sağlığı ölçüsünde büyüyen hazineyi görebilmeleri için, Prof. Dr. Cengiz Güleç’in şu cümlelerini alıntılamalıyım: “Kişiler arası ilişkiler hiçbir zaman tek başına özsevgi, özsaygı ve değerlilik duygusu veremez. Ancak, olgun bir sevgi ilişkisi kendimizde var olan olumlu özelliklerimizi keşfetmeye elverişli duygusal ortam sunar.” Hem aşk, hem de, kadın kavramına bağlı duygu, düşünce hayal ve davranışlarda sağlıklı olmayı vazgeçilmez ilke ve hedef saymak bu anlayışı yerleştirmek için, toplumdaki, kadın, aşk, cinsiyet ve aile kavramlarına ait bilgi ve kanaatlerin, zihniyetin değişimine ihtiyaç olduğu açıktır. Kadın kavramına ait zihniyet değişikliğinin sağlanması ise, yalnızca psikologlara, psikiyatrlara, yalnızca savcı ve yargıçlara, yalnızca kadın derneklerine bırakılmayacak kadar çok boyutlu ve çok paydaşlı bir seferberlikle zafere ulaşabilir. Bu yöndeki zihniyet değişiminin doğruyu, güzeli, olumluyu, sağlıklıyı ısrara ve tekrara dayalı fakat farklı uyarıcılarla yapılan çalışmalar ile gerçekleşeceğine inananlardanım. Örnek yaşantılara dayalı gerçek hayatlara ait belgesel ve dramalar yapılması yanında aile terapi merkezlerinin sayıca ve kalitece artırılması ilk yapılacak işlerdendir. Değer ve davranış aktarımını, aile sağlığına ilişkin kültürlemeyi güçlendirmek üzere, öncelikle örgün eğitimin bütün kademe ve türlerinin, sonra da, cami, cemevi ve kışla ile TV ve bilgisayar ortamlarından yararlanılmalıdır… Medyanın karton kız, kadın ve erkeklerine ait, sağlıksız ilişkiler,hiçbir şekilde örnek olamaz. Hangi kesimden olursa olsun sağlıksız ilişki yaşayanların dışlanması unutulması sağlıklılığı destekleyen bir tutumdur. Kadına veya erkeğe gösterdiği sevginin, saygının, hoşgörünün ve fedakârlığın yüzeyde, göstermelik, reklamlık kısaca hastalıklı olduğu, aşağılama yahut şiddetin görüldüğü kişi ve olayların, özendirici çekici değil iğrendirici, itici yan ve yönlerinin gösterilmesi yeterli olacaktır. Belirli bir eğitim aldığı, saygın bir mesleği bulunduğu halde, kadına şiddet uygulayanlar veya cinsel kimlik sapması gösterenler de az değil… Bu eğilimdeki –aslında sağlıksız sevmeler yüzünden iç dünyası hasta –insanlar da dâhil, sevgiyi de, ona bağlı davranışları da iyi yöne yönlendirmek için kimler neler yapmalı?Yaşları 15-30 aralığındaki insanları çılgın ,hastalıklı,derinliksiz ve altaltıcı duygularını aşk/sevgi saymaktan kurtarmak üzere hangi etkinlikler düzenlenmeli? Örgün eğitim kurumları ile yaygın eğitim veren başta dini kurumlar ve sivil toplum örgütleri neler yapmalı, nasıl yapmalı? Sağlıklı sevgi anlayışının sinema, TV, filim ve dizilerine, tiyatro eseri ve müzik eserlerine yansıması için neler yapılmalı? B Kadın ve/veya dişi kavramına bu cinsiyeti taşımayanların bakışı, tarihin çeşitli devirlerinde ve farklı toplumlarda birbirinden ayrıdır. Bu ayrılık, bu farklılık, bir uçta, kadını, saygısızca veya ilgisizce dışlayan, aşağılayan bir tutumdan diğer uçta, daha özel ve üstün bir varlık olarak kabullenmeye kadar farklı değer ve davranışlara yol açmaktadır. Tarih içinde, kültürler arasında, kadının yeri ve konumuna ilişkin bilgiler, yüzlerce cildi oluşturacak bir araştırma ile ortaya konabilir. Diğer yandan inanç, din ve felsefe alanlarıyla sanatın kadına bakışı da, sosyolojik, psikolojik araştırmaların bünyesinde genişçe yer alması da, psikoloji ve psikiyatri uzmanlarının gözlem ve incelemeleri de kadın, aşk, aile ve cinsiyet kavramlarına bağlı farklılıkları oluşturan ölçütler, değerler, davranışlar daha aydınlık hale gelecektir. Tarım toplumları, yaylak, kışlak düzenli göçer evli toplumlar ile kentli toplumların içindeki genç kızların, kadınların, yaşlı kadınların yerleri de birbirinden farklıdır. Bu yüzden bu tür araştırmaları yapanların çerçeveyi belirlerken, alanlarını sınırlarken, tarafsızlık ilkesi kadar, saklananı ortaya çıkarma şüphesini de işletmeleri gerektiğini düşünüyorum. Kadın hakkı veya kadının konumu yahut kadının işlevi konusunda inançların, dinlerin ve kültürlerin belirlediği hukuk/adalet anlayışının tarihte nasıl gerçekleştiğinin öğrenilmesi günümüz için uyarıcı etkiler oluşturabilir mi? Bu soruya evet demek mümkün görünmüyor. Dinler insana ait değer ve davranışları “olan” ve “olması gereken” ayrımı ile kendine özgü ölçüt, kural ve yasaklar uygulayarak biçimlendirmeyi hedef edinir. Dinler insanın mutluluğunu bir ilke ve ön kabul olarak benimsemekle birlikte, iç bütünlüklerini ve bedenî sağlıklarını bozucu yönelişlere ve özellikle de aşırılıklara izin vermez. Dinler insana ait beden ve ruh ihtiyacı saydığı eğilimlerin sonucunda oluşan ‘benlik’ ve ‘kimlik’ in önde gelen ögelerinden biri sayılan cinsiyet kavramını ve bu kavrama ait anlayış ve uygulamaları düzenler. Bu noktada, dinin özüne rağmen, din görevlisi, yönlendiricisi, bilgilisi sayılanların, bazen aydın insanları üzüp sinirlendiren zıpırlık türünden hükümlerine de işaret etmeliyiz. Cinsel arzuların ve cinsel tatminin bir hak olduğunu, bedenin işlevlerinden biri olarak kaçınılmazlığını makul ve meşru sayılması gerektiğini vahiye dayalı dinler kabul etmekle birlikte, bu yöndeki istek, arzu ve uygulamaların makul ve meşru olması gerektiğini vurgulayarak emretmiştir. Musevilikte kadının yeri XX. yüzyılı başına kadar, savunulmayacak türden sınırlamalar taşıyorken, XX. yüzyılın ilk çeyreğinden sonraki bazı reformist adımlar sonrasında genişlemiş, zenginleşmiştir. Hıristiyanlıkta ise -toplumlara göre farklılık taşımakla birlikte- kabul edilemez sınırlamalar içeriyordu. XIX. yüzyılın son çeyreğinde Katolikler de, Ortodokslar da bu konudaki tutumlarını yumuşattılar. XX. yüzyılda, Hıristiyanlığın uyarım odakları, kadın erkek ilişkilerindeki yönlendirici etkisini yitirdi. Türk kökenli olup farklı adlarla kendilerini tanımlayıp öyle tanınmış olan halklar/topluluklar, çok geniş bir coğrafyaya dağıldıkları gibi, kamlık dini yanında, Budizm, Maniheizm, Lamaizm, Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık inanç ve dinlerin hepsine girip çıkmışlardır. Mensubu olunan inanç ve din öğretilerinin, kadına bakışından çok az da olsa etkilenen Türk kökenli halklar, dile dayalı anonim metinlerde bu konudaki tutumlarını yansıtmışlardır. Mit, destan, efsane, menkıbe nitelikli metinlerde ve özellikle, manzum veya mensur eski aşk hikâyelerinde (halk romanlarında) kadının yeri de, ayrı kültürler bakımından ayrı ayrı değerlendirmeyi gerektirecek farklılıklar taşımaktadır. Hangi türden bir niyete dayanırsa dayansın, yalnızca ‘görülmesi gerekenleri görerek’ tarih inşa etmeye kalkanları çok ciddiye almadan söyleyelim: Türklerin eski ataları olan Sümer, Huri ve Hun topluluklarında kadının yerinin araştırılması ile bu konuda ilginç verilere ulaşmamızı sağlayacaktır. İslamiyet’ten önce Arap dünyasında kadın –nadiren üstün ve asil sayılan bazı kadınlar dışında- yalnızca bir cinsel obje idi… İslamiyet ise, hem Kur’an’ın bağlayıcı hükümleri, hem Hz. Peygamberin kadın hakları konusundaki sözlerine ve davranışlarına (hadis) dayalı örnekliği ile apayrı bir anlayışın, büyük bir devrimin gerçeğe dönüşmesidir. Hz. Peygamberin hayatındaki üç kadın (Hz. Hatice, Hz. Ayşe ve Hz. Fatma) ile sevgi ve saygıya, güven ve inceliğe dayalı ilişkileri, çok anlamlı ve değerli örnektir. Kur’an, kadını dışlayan ve suçlayan bütün kültür, inanç ve dinlere karşı çıkarak, devrim nitelikli hükümler getirmiştir. Ne yazık ki Hz. Peygamberin vefatından sonra, kadının toplum içindeki yer ve işlevlerine ilişkin anlayış ve uygulamalar her geçen yıl kadınlar aleyhine işleyecek ölçülere kurban edilmiştir. Sert, inatçı ve tek yolcu Emevi Müslümanlığı ve daha yumuşar görünse de öncekinden az farklı Abbasi halife-sultanları zamanında kadın yeniden gölgeye dönüştürüldü, hatta aşağılandı... Muaviye ile başlayan Emevî ve ardından Abbasî sülalesine dayanan sultanlı, saltanatlı halifelik dönemlerinde, İslamiyet’i seçen toplumlar, topluluklar sağlıklı sevme ve sevilme konusunda, yanlış bilgiler edindiler. Emevî ve Abbasî halifeleri zamanında kadın hakkı ve kadına saygı konularında Hz. Peygamberin getirdiği insanlaştırıcı mesaj yerine, İslam öncesindeki Arap kültürünün anlayışlarına dönüldü. Onlara emir verenler ile din bilgisi aktarımından sorumlu olanlar, her Müslümanın kadınlarla ilişkilerde, yaratılış sebebine uygunluk ölçütlerine göre davranılmasını emreden Kur’an hükümleri ile onları hadis-i kutsilerle açıklayıp öğütleyen, bu değerleri hayatıyla örneklendiren Hz. Peygamberi değil, câhiliye dönemine benzeyen kadın anlayışını, dinin hükmü olarak sunup benimsettiler. Müslüman toplumlar arasında bu konudaki anlayış ve uygulamalar da, Türk soylu halkların içindeki uygulamalar da, zaman zaman çok farklı olmuştur. Anadolu, ve Balkanlarda, özellikle de, Alevî-Bektaşî toplulukların büyük çoğunluğunda, kadın, şahsiyeti ile konum edinen, işlevli bir insandır.Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kadın vatandaşlarının, Müslüman diğer toplumlardan bazı açılardan çok önde ve çok farklı olduğunu söylemeliyiz: Atatürk’ün benimsediği ve benimsettiği ölçülerle, -ahlâkiliği esas almak şartıyla- siyasî, sosyal ve kültürel alanlarda kadınların erkeklerle eşit olduğu hükmü -İslam’ın ilk devirlerinde olduğu gibi- inanç feodallerince küfür sayılmıştır. Beden ve ruh sağlığı yerinde olan bir erkeğin, bir kadını, niçin kendisi için vazgeçilmez saydığını da, ilgi ve ilişki ile sarıp sarmalamaya, koruyup kollamaya çalıştığını da, bileceği var sayılır. Bu varsayım her zaman doğru mudur? Kadın, aşk ve cinsiyet kavramlarına bağlı düşünceler ve davranışlarda, bilinç ve irade, samimiyet ve nezaket, fedakârlık ve merhamet ve şefkat, bu ilişkileri gerektiği ölçülerde katkı yapıp yapılandırıp geliştirebiliyor mu? Sağlıklı sevgi alışverişlerinin, temiz ve diğerine fazla duyarlı birlikteliklerin –farklıca da olsa-- a ş k olarak sayılması gerektiği öğretilemez mi? En mühimi de, tutkulu sevginin/aşkın, taraflardan birinde bütünüyle bitmiş, tükenmiş olmasının diğeri tarafından da kabul edilmesi için hangi bilgi ve uyarılara ihtiyaç vardır? Problematik saydığımız şu cümlemizi kuralım: Son otuz yıl içinde, Türkiye’de kent sayılan yerleşim merkezlerinde, erkekler tarafından öldürülen genç kız ve kadınların sayıları niçin artmaktadır? Bu cümlenin içindeki sorulara yaklaşalım: Kentleşme nedir? İnsanların kadın, erkek ilişkilerine olumlu ve olumsuz yönleri hangi hallerde ortaya çıkmaktadır? Kentte yaşamanın, geçimi zorlaşmış ailelerde problem oluşturan ekonomik sebebin, psikolojik bozukluğa, kimlik ve kişilik krizlerine dönüşmesi nasıl önlenebilir? Sağlıksız sevmelerini aşk sanıp bencillikleri tatmin edilmediğinde hastalıkları, taciz, tecavüz ve cinayet olarak ortaya çıkabilen insanları kolayca anlamak, sezmek ve kaçabilmek için hangi ön bilgilere ihtiyaç var? Erkekler kadınları hangi psikolojik bozuklukların sonucu olarak öldürüp içlerindeki hastalığı ortaya çıkarmaktadırlar? Hangi kurum ve kişiler kadın ve erkek ilişkilerini sevgiye, daha doğru bir ifade ile sağlıklı sevgiye dayalı bir zemine oluşup, gelişip sürmesi için neler yapmalıdır? Tacizin ve/veya tecavüzün mağduru, derin bir çaresizlik, korku ve utanç depremi yaşarken, “sustuğuna, sorulara cevap vermediğine göre tecavüzcünün yaptıklarına rızası olmuş veya saldırılmasını istemiş olabilir” hükmünü çıkaran arızalı mantık, sağlıksız yargı, yorgun ve özensiz mahkeme psikoloğu, duyarsız ve bezgin polis de, suça iştirak etmiş sayılamaz mı? Dedesi kente doğmuş olmayanın kentli sayılması -sadece orada yaşıyor diye- genellikle yanıltıcı bir durum değil midir? Marjinalite, her türden sapma ve sapıtmayı, serbestiyi de uyuşturucu gibi kullanmaya kalkanları bir kenara bırakarak söyleyelim ki, kişilik oluşumunda bilinçli özgürlüğün önemli bir yeri olduğuna inanarak, bilinçli özgürlük eğitimi konusunda neler yapılmalı? C Sözün burasında başkaca cümle kurmak yerine Cengiz Güleç Hoca’nın kitabından yaptığım uzunca bir alıntıya sığınıp çığlığımı -şimdilik- keseceğim: “Sevgi, genellikle hissedilen ‘pasif’ bir duygu olarak anlaşılır. Oysa sevgi, yaşadığımız, katıldığımız ‘aktif ‘ bir süreçtir. Sevgiyi bir durum değil, bir eylem olarak anlamak önemlidir. Ne hissettiğimizi, başkalarının nasıl hissettiklerini ya da ne yaptıklarını kontrol edemeyiz; ama neyi ve nasıl yaptığımızı yani davranışlarımızı kontrol edebiliriz. Bu genel doğru, sevgi bağlamında ne ifade etmektedir? Romantik aşkın giderek sönmesiyle hayıflanmak yerine, şefkatli olmaya odaklanabilmeyi anlatır. Müşfik olmak, gelip geçici bir durum değildir. İnsanın kendine güveni ve özsaygısı gibi bir nitelik olup yaşanması da zaman gerektirir. İyi olmak, ancak yapıp ettiklerimizle somut bir gerçeklik haline gelir. Şefkatli olmak aslında iyi bir insan olmak demektir. Hepimiz, iyi ve sevilen olmayı arzularız. Bunun önkoşulu da ’nazik’, ‘kibar’ olmak değil sahici şefkattir. ‘Nazik ve kibar olmak’ kendi başına değerlidir; ama başkalarından saygı görmek için onları memnun etmeye yönelikse, gerçek nezaket değildir. Bize karşı müşfik olmayan eşe karşı şefkatli olmak gayet tabiî zordur, ama imkânsız değildir. İnsanlar genellikle ötekinin kendisine ne yapmakta olduğuna dikkat eder. Bu tutumu tersine çevirebiliriz. Eleştiri, sitem ve tariz yerine şefkati seçerek, eşimizin de şefkati bir değer olarak görmesini ve onun da şefkatli davranmaya dönük bir modeli benimsemesini sağlayabiliriz. Sevgi aktif bir süreçtir derken, olgun ve sağlıklı sevginin, sevdiğimize saygılı olmayı içerdiğini anlatmak istiyorum. Saygı göstermek, karşımızdaki insanın olumlu özelliklerini dile getirmek ve onu takdir etmek eylemidir. Pasif itaat değildir. Dürüst övgülerde bulunduğumuz eşimizin bu özellik ve yeteneklerini açıkça belirttiğimiz zaman, onun da kendi benlik değerini tanımasına yardımcı oluruz. Bu türlü bir saygı, güçlü, sağlıklı ve sadık bir ilişkinin önemli bir öğesidir.” TÜRKİYE İLİM ve EDEBİYAT ESERİ SAHİPLERİ MESLEK BİRLİĞİ İLESAM GENEL MERKEZİ Adres : İzmir 1.Cad. No: 33/16 Aydın Apartmanı, Kat:4 Kızılay / ANKARA Tel : 0 312 419 49 38 Faks : 0 312 419 49 39 Web : www.ilesam.org.tr E-Posta : ilesam@ilesam.org.tr
İLESAM ve İLESAM ÜYELERİNDEN HABERLER
(21 Mart 2016)
İLESAM’IN DEV PROJESİ
“ÇANAKKALE RUHU ve MEHMET AKİF ERSOY SEMPOZYUMU”
(18-19 MART 2016)
Çanakkale zaferinin 101. yıldönümünde Ardahan Üniversitesi (ARÜ) ev sahipliğinde, Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM) öncülüğünde ve Türk Tarih Kurumu (TTK)’nun katkıları ile “Uluslararası Çanakkale Ruhu ve Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu” gerçekleştirildi.
ARÜ İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi (İBEF) Hoca Ahmet Yesevi Konferans Salonu’nda 18-19 Mart 2016 tarihlerinde düzenlenen sempozyumda ünlü edebiyatçılar, akademisyenler ve öğrenciler buluştu.
İLESAM Genel Başkanı Mehmet Nuri Parmaksız’ın yaptığı açılış konuşması ile başlayan sempozyumda 18 farklı üniversiteden 30’a yakın akademisyen Çanakkale Zaferi ve Mehmet Akif Ersoy ile ilgili bildiriler sundu.
İLESAM-KABAKÇI KONAĞI ŞİİR DİNLETİSİ
Bütün sanatseverlerin davetli olduğu İLESAM- Kabakçı Konağı Şiir Dinletisi 14 Mart 2016 Pazartesi günü saat 19.00’da İLESAM Yönetim Kurulu üyelerinden Durak Turan Düz’ün sunumu ile gerçekleştirildi.
Programa katılan şairler değişik konulardaki şiirlere ses oldular.
ARAŞTIRMACI-TARİHÇİ YAZAR ŞÜKRÜ ALTIN’IN “AŞKIN ADI YAVUZ & CARİYE” İSİMLİ YENİ ROMANI ÇIKTI;
Araştırmacı-Tarihçi Yazar Şükrü Altın’ın yeni romanı çıktı;
“AŞKIN ADI YAVUZ & CARİYE” (Roman)
Tüm internet sanal marketlerde ve kitapçılarda bulunmaktadır. Bu kitap “Çelik Yayınlarından” çıkmıştır.
KİTAP TEMİN ADRESİ: “kitapyurdu” sitesinden temin edebilirsiniz:
http://www.kitapyurdu.com/kitap/askin-adi-yavuz-amp-cariye/390201.html&filter_name=şükrü%20altı
BU KİTABIN KAPAK ARKA YAZISI
Gümüş eyerli yağız atının üzerinde bir yiğitti Yavuz.
Keskin bakışları ile; “Davranın yiğitlerim” diye haykırışında,
sadece yiğitleri değil sancak ve tuğlar da şahlanıyordu.
Öyle bir saldırın ki diyordu,
“düşman bile düşmanlığına doymasın!”
Büyük bir cengin haberini veriyordu.
Ya o cariye?
Peri yüzlü, dal boylu, kalem kaşlı, alyanaklı cariye.
Konuşunca gamzelerinde çiçekler açan,
susunca gözlerinde doru kısraklar koşan cariye.
Sarayın has odasına girdiği andan itibaren büyük bir aşkın
haberini veriyordu.
Yavuz bir yiğit, cariye bir dilber…
Biri dünyaya hükmeden bir sultan,
diğeri o sultanın aşkı ile şehadet şerbetini içen bir Çerkez kızı...
Ve ortaya çıkan bu müthiş eser.
Her satırı sürükleyici.
Her satırı etkileyici…
Tüm Türkiye’deki kitapsever okuyucularıma teşekkür ediyorum. Saygılarımla…
İLETİŞİM BİLGİLERİ
Şükrü ALTIN
(Eğitimci-Yazar)
Mail: naksi40@hotmail.com
Web:www.sukrualtin.com.tr
SENEM GEZEROĞLU’NUN YENİ KİTABI VE İMZA GÜNÜ
Senem GEZEROĞLU’nun deneme türündeki ilk kitabı “Harflerin Aşkı”ndan sonra ikinci kitabını öyküler oluşturuyor. Kitap “Zaman Dursun İstedim” adıyla İz Yayıncılık’tan çıktı. Kitabın arka kapağında yer alan tanıtım metni ise şöyle:
“Senem Gezeroğlu tuhaf ama sahici karakterlerin tuhaf ama sahici hayatlarını öyküleştiriyor. Yazarın kurmaca ile hayat arasındaki gelgitlerinin temel noktası zaman. Öykülere konu olaylar ve karakterler kadar, zamanın da kırılmalara uğradığı kitapta, yazar okurlarına yeni bir zaman taahhüt ediyor. Okura kalansa bu zamanın neresinde olduğuna karar vermek.
Zaman Dursun İstedim, zamanı durdurmak kastıyla yazılmış öykülerin toplamı…”
Yazar 13 Mart Pazar günü CNR Kitap Fuarı’nda yeni çıkan kitabını imzaladı. SADIK TURAL
SAĞLIKLI VE PAYLAŞMACI SEVME İLE SEVİLMELER
A
Sevme ve sevilme, hava, su ve yiyecek kadar önemli bir ihtiyaçtır. Bedenin işleyişinin ilk ve görünür ihtiyaçları olan hava, su, yiyecekler gibi, ruhun ilk ve görünebilir ihtiyacı da, sevme ve sevilmedir.
Bedenin oluşum ve gelişiminde, sağlığını koruyarak işlevlerini yerine getirmesinde, temiz hava, temiz su ve temiz yiyecek ile temiz barınak çok önemli ihtiyaç, çok önemli dört etkendir. Bu etkenlere bağlı ihtiyaçların gerektiği zaman ve gerektiği kadar, gerektiği temizlikte karşılanması, insan sağlığının ön şartıdır. Bedene veya ruha ait parçalardan birinin, yaratılış, var oluş sebep ve işlevine uygun olarak çalışmaması, ve/veya işlememesine hastalık denir.
İnsan, hayatının her ânında başkalarının sevgisine, şefkatine, merhametine ve ilgisine muhtaç olan bir canlıdır. Hangi cinsiyeti taşırsa taşısın, gerektiği zaman, gerektiği kadar ve gereken temizlikte/içtenlikte sevilme ihtiyacı karşılanmamış insanlarda, bedenî ve ruhî rahatsızlıklar görülmektedir. Başta özgüven duygusu bozukluğu ve çeşitli obsesyonlar olmak üzere, biyo-psikolojik hastalıklar, benlik ve kimlik rahatsızlıkları haline ortaya çıkıyor. İyileşmeler ise, uygulanan tedavi yöntem ve araçları kadar, sevildiğini bilmek, sevenlerini daha fazla üzmemek nitelikli özel bir enerjinin, umut ve hayata tutunma olarak ortaya çıkmasıyla mümkün olabilmektedir.
İnsanların büyük çoğunluğu 15-30 yaş arasında, bir kısmı ise -ne yazık ki- her zaman, şu gerçeği öğrenmemiş oluyorlar: Basit, bayağı, geçici ve sıradan bir mutluluk ile yetinmek yerine, özlem, üzüntü, özür ve pişmanlık ile biçimlenen sevgi temelli mutluluğu tercih ederlerse, ruhlarının yaratılış sebebine yaklaşacağını.
Sağlıksız sevgilerin, hastalıklı ilişkilerin yalnızca iki kişiyi değil, onların yakınlarında bulunan, aralarında, kan bağı veya sosyal yakınlık taşıyan insanları da rahatsız edeceği açıktır. Sağlıksız sevgilerin yol açtığı sağlıksız ilişkilerin, toplumdaki sosyal, kültürel, ekonomik birçok hastalığa işaret ettiğini söyleyebiliriz. Bu hastalıkların hem teşhis, hem de tedavisi açılarından, sorumlu, görevli ve yeterli olan meslek sahipleri ile kurumlar, e k s i k s i z teşhis koyup, tedavisi için çalışmalıdırlar.
Hekimlerin, hakimlerin, eğitimcilerin ve psikologların ,ailelerin görevini vurgulama yanında, her aydın şu soruları bir kere öncelikle kendisine de sormalı, sonra yeterli cevabı verecek kişilerin, kurumların, mesleklerin kapısını çalmalıdır:
Toplumun, hem psikolojik dengeli bütünlüğünü bozan; ruh sağlığını yok eden, hem de bedenini hastalandıran olumsuz etki odaklarının ve kişilerin öncelikle tespit ve teşhiri, sonra da etkisizleştirilmesi için kimler ne yapmalı, nasıl yapmalı?
Ahlâk nedir? Ahlâk, insanın kişilerin, beden ve ruh sağlığına; toplumun, özgürlük, uygarlık, adâlet, mutluluk, huzur, refah düzeyine; devletin iç ve dış siyasetinde bağımsızlık ve saygınlığına hangi katkıları sağlamaktadır? Allah’tan korkmayan, kuldan utanmayan atalardan sakınmayan, yarından çekinmeyen insan ahlaklı sayılabilir mi?
Ahlâksızlığın, adaletsizliğin, bayağılığın ve merhametsizliğin, saygısızlığın ve edepsizliğin bazı kişi ve grupların hakkı olduğunu düşündürecek türden görüş bildirme ve uygulamalar karşısında, ortak tepki verme bir geleneğe dönüştürülemez mi?
Sağlıklı ilişkinin öznesi olmak üzere, kadın kavramı ve kadını sevme konusunda, erkekleri yeteri kadar eğittik mi? Erkek ve erkeği sevme konusunda genç kız ve kadınları, sağlıklı ilişkiler kurup geliştirme amacıyla, yeteri kadar bilgilendirip eğittik mi?
Annesi ile kendisi arasında saygının ve sevginin temellendirdiği, sağlıklı, samimi ve sürdürülür ilişkiler kuramamış bir erkeğin, başka bir genç kadınla sağlıklı sevme ölçütlü bağlantılar kurup yürütmesi mümkün mü? Babası ve erkek kardeşi ile sağlıklı sevgiyle temellenmiş olmak şartıyla, dürüstlük, samimiyet ve güvene dayalı ilişkiler kuramayan, annesi ile saygıya ve sabırlı özveriye dayanan güçlü ve karşılıklı vazgeçilmezliği sürdüremeyen genç kız ve kadınların, sağlıklı bir aile oluşumuna katkısı olabilir mi?
Benlik ve kimlik rahatsızlığı, cinsel kimlik arızaları taşıyan genç erkek ve kadınların öncelikle bu problemlerini gidermeleri için, psikolojik ve psikiyatrik yardım/tedavi almaları gerekmez mi?
Türk soylu halklar, son otuz yıldır kentleşmenin sancılarını yaşamakta; önce televizyonun, ardından da ona eklenen bilgisayar teknolojilerine bağlı etkileme ve yönlendirmelerle her açıdan bunalmıştır. Bu bunalmaların doğurduğu, ahlâksızlığa pirim veren her türden kışkırtma ve bencilleştirmeyi, bayağılığı ve kabuktaki sevgiyi, yalanı ve ikiyüzlülüğü ve ihaneti, sağlıksız ve ömürsüz ilişkiyi reddedici türden, hangi kurumlara hangi tepkileri verdim, verilmesine çalıştım?
Bu soruların cevabının oluşturulmasının etkili ve yetkili insanların ana gündemi haline getirilmesi, her vatandaşın hem vaz geçilmez, devredilmez hakkı, hem de görevidir.
Sevmek, içinde şefkat, incelik, merhamet, iyi niyet, kişiliğe saygı, sadakat, güven, adalet, koruma duygusu, anlayış, sabır ve arzulama adlı on iki ögeyi bulunduran, psiko-biyolojik tutum ve davranıştır. Bu on iki temel yapı ögesinden en az ikisinin işlevsiz kalması sonucunda, sağlıklı sevmenin eksilerek yok olma süreci başlamaktadır.
Sağlıksız sevme ve sevilmeler, birbirleri veya diğer kişi, olay ve durumlarla ilgili tanımlamada ve değerlendirmede olumsuzlukları tekrarlayarak genişleyen; tahammülsüzlük, gerginlik, öfke göstergeleriyle ortaya çıkan, eleştirmenin, küfürlü bir aşağılamaya dönüşmesiyle hastalığı artan durumlarda, sevme/sevilme ç ö k ü n t ü y e uğramaktadır. Sevmenin hastalandığının, sevenlerden birinin sevgisinin sağlıksızlığının son aşaması ise, şiddet uygulama ile son sınırına dayanmış olmaktadır. Hangi türden olursa olsun, bağları çürümeye başlamış ilişkilerin taraflarından biri, diğerine, saygısız, küçümseyici ve aşağılayıcı türden olumsuz tutum ve davranışlar gösteriyorsa, s e v gi’nin sağlığını yitirdiği kesindir.
Bu on iki yapılandırıcıdan en az ikisi sağlıklı işleyişini kaybederek hastalanırsa , sevginin, sağlıklı sevilmelerin sürdürülmesi için –mümkünse-gerekenler yapılmalıdır. Hastalığın ilk aşamalarında psikiyatrinin çok faydalı olacağını özellikle söylemeliyiz. On iki yapılandırıcıdan bazılarının bozulmasıyla oluşan ihanet veya ısrarlı yalancılık yahut para, mal kaçırma/hırsızlık durumları, s e v g i denilen bağlardan bir kısmının ileri derecede hastalanmışlığıdır. Türk toplumunda ihanet, daimi yalancılık ve mal, para hırsızlığı özelliklerinden herbiri, ahlâksızlık sayılmakta ve boşanma sebebi olmaktadır. Bu üç çirkin durumdan birinin, annesine veya babasına ait olduğunu öğrenen çocuklar, psikolojik ve sosyolojik travmalar ile boğuşmaktadırlar. Ağır veya ölümcül hastalıklar ve hastalar için yapılacaklar sınırlıdır. Bu on iki kavramla ilgili biyo-psikolojik sağlığını kaybetmiş sevgi sahipleri(?), birbirine çok çirkin, iğrenç ve vahşi biçimde zarar verebilir, öldürebilirler.
Sağlıklı sevgi nedir ve nasıl sürdürülebilir?
İki insan arasında, kesintisiz ilginin, bağlılığın, vazgeçilmezliğin temellendirdiği sevgiye dayalı bağ, bağlantı ve paylaşımlar,temel özellikleri taşımak şartıyla varlığını sürdürür. Sağlıklı sevme ve sevilmeler, şahsiyete bağlı yarışmalara, sürtüşmelere, ’önce ben’ veya ‘sen kimsin’ kavgalarına izin vermeyen bir s a y g ı; yumuşaklığın, inceliğin ve sabrın biçimlendirdiği bir h o ş g ö r ü; şefkatin, merhametin, samimiyetin yoğurduğu bir özveri (fedakârlık) bulundurmalıdır. Bu temel özellikleri koruyamayan, ilişkiler sağlıklı değildir, paylaşımcı ve ruh eğitici değildir. Sağlıklı olmayan ilişkiler/birliktelikler de, ailenin sağlıksızlığına, ailelerin, sağlıksızlığı ise, sağlıksız toplum olmaya yol açar.
Toplumların beden ve ruh sağlığı, hem ortak benlik ve ortak kimliğin, hem de, kişiye özgü benlik ve kimliğin temeli olan bir hazinedir. Beden ve ruh sağlığı yerinde olan bir toplumun, siyaset, kültür ve iktisat alanlarına ait b a ğ ı m s ı z l ı k denilen hazineyi oluşturup, koruyup kollaması mümkün olur. İki insan arasında, taraflardan birinin diğerini vazgeçilmezlik ölçüleriyle sevmesine, tutku ölçüleriyle bağlanmasına aşk diyoruz. Âşık olduğunu söyleyenlerden birinin diğerine , temiz, içten, şefkat ve merhameti öne çıkaran bir bağlılığı nasıl sürdüreceklerini de, sağlıklı aşk’ı paylaşmak için, nasıl davranılması gerektiğini de yeterince öğretmiyoruz. Aşk da, öğrenilebilen, arızaları giderildikçe yeni bir evreye geçerek sürdürülen bir insan ihtiyacıdır.
İnsan zekâsının açılım ve dönüşüm başarılarına bağlı olarak, örgün ve/veya yaygın eğitim ve öğretim ile birçok bilgi ve davranış kazanabilen bir canlıdır. Bilgi ve davranış kazancının oluşturduğu birikim ile insan, daha az hata yapan, daha benzeşirlik ve uzlaşmacılık niyeti taşıyan, daha az bencil daha çok merhametli, şefkatli ve duyarlı oluyor, olmalıdır. Ele geçirme, teslim alma, köleleştirme ve işkence etme, acı çektirme sevme ve sevilmenin yapısını bozan hastalıklı eğilimlerdir.
Gençlerin ve orta yaşlıların birbirini severken ortaya çıkan sinerji nitelikli ve sevme ve sevilmenin sağlığı ölçüsünde büyüyen hazineyi görebilmeleri için, Prof. Dr. Cengiz Güleç’in şu cümlelerini alıntılamalıyım:
“Kişiler arası ilişkiler hiçbir zaman tek başına özsevgi, özsaygı ve değerlilik duygusu veremez. Ancak, olgun bir sevgi ilişkisi kendimizde var olan olumlu özelliklerimizi keşfetmeye elverişli duygusal ortam sunar.”
Hem aşk, hem de, kadın kavramına bağlı duygu, düşünce hayal ve davranışlarda sağlıklı olmayı vazgeçilmez ilke ve hedef saymak bu anlayışı yerleştirmek için, toplumdaki, kadın, aşk, cinsiyet ve aile kavramlarına ait bilgi ve kanaatlerin, zihniyetin değişimine ihtiyaç olduğu açıktır. Kadın kavramına ait zihniyet değişikliğinin sağlanması ise, yalnızca psikologlara, psikiyatrlara, yalnızca savcı ve yargıçlara, yalnızca kadın derneklerine bırakılmayacak kadar çok boyutlu ve çok paydaşlı bir seferberlikle zafere ulaşabilir. Bu yöndeki zihniyet değişiminin doğruyu, güzeli, olumluyu, sağlıklıyı ısrara ve tekrara dayalı fakat farklı uyarıcılarla yapılan çalışmalar ile gerçekleşeceğine inananlardanım.
Örnek yaşantılara dayalı gerçek hayatlara ait belgesel ve dramalar yapılması yanında aile terapi merkezlerinin sayıca ve kalitece artırılması ilk yapılacak işlerdendir. Değer ve davranış aktarımını, aile sağlığına ilişkin kültürlemeyi güçlendirmek üzere, öncelikle örgün eğitimin bütün kademe ve türlerinin, sonra da, cami, cemevi ve kışla ile TV ve bilgisayar ortamlarından yararlanılmalıdır…
Medyanın karton kız, kadın ve erkeklerine ait, sağlıksız ilişkiler,hiçbir şekilde örnek olamaz. Hangi kesimden olursa olsun sağlıksız ilişki yaşayanların dışlanması unutulması sağlıklılığı destekleyen bir tutumdur. Kadına veya erkeğe gösterdiği sevginin, saygının, hoşgörünün ve fedakârlığın yüzeyde, göstermelik, reklamlık kısaca hastalıklı olduğu, aşağılama yahut şiddetin görüldüğü kişi ve olayların, özendirici çekici değil iğrendirici, itici yan ve yönlerinin gösterilmesi yeterli olacaktır. Belirli bir eğitim aldığı, saygın bir mesleği bulunduğu halde, kadına şiddet uygulayanlar veya cinsel kimlik sapması gösterenler de az değil… Bu eğilimdeki –aslında sağlıksız sevmeler yüzünden iç dünyası hasta –insanlar da dâhil, sevgiyi de, ona bağlı davranışları da iyi yöne yönlendirmek için kimler neler yapmalı?Yaşları 15-30 aralığındaki insanları çılgın ,hastalıklı,derinliksiz ve altaltıcı duygularını aşk/sevgi saymaktan kurtarmak üzere hangi etkinlikler düzenlenmeli? Örgün eğitim kurumları ile yaygın eğitim veren başta dini kurumlar ve sivil toplum örgütleri neler yapmalı, nasıl yapmalı? Sağlıklı sevgi anlayışının sinema, TV, filim ve dizilerine, tiyatro eseri ve müzik eserlerine yansıması için neler yapılmalı?
B
Kadın ve/veya dişi kavramına bu cinsiyeti taşımayanların bakışı, tarihin çeşitli devirlerinde ve farklı toplumlarda birbirinden ayrıdır. Bu ayrılık, bu farklılık, bir uçta, kadını, saygısızca veya ilgisizce dışlayan, aşağılayan bir tutumdan diğer uçta, daha özel ve üstün bir varlık olarak kabullenmeye kadar farklı değer ve davranışlara yol açmaktadır.
Tarih içinde, kültürler arasında, kadının yeri ve konumuna ilişkin bilgiler, yüzlerce cildi oluşturacak bir araştırma ile ortaya konabilir. Diğer yandan inanç, din ve felsefe alanlarıyla sanatın kadına bakışı da, sosyolojik, psikolojik araştırmaların bünyesinde genişçe yer alması da, psikoloji ve psikiyatri uzmanlarının gözlem ve incelemeleri de kadın, aşk, aile ve cinsiyet kavramlarına bağlı farklılıkları oluşturan ölçütler, değerler, davranışlar daha aydınlık hale gelecektir. Tarım toplumları, yaylak, kışlak düzenli göçer evli toplumlar ile kentli toplumların içindeki genç kızların, kadınların, yaşlı kadınların yerleri de birbirinden farklıdır. Bu yüzden bu tür araştırmaları yapanların çerçeveyi belirlerken, alanlarını sınırlarken, tarafsızlık ilkesi kadar, saklananı ortaya çıkarma şüphesini de işletmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Kadın hakkı veya kadının konumu yahut kadının işlevi konusunda inançların, dinlerin ve kültürlerin belirlediği hukuk/adalet anlayışının tarihte nasıl gerçekleştiğinin öğrenilmesi günümüz için uyarıcı etkiler oluşturabilir mi? Bu soruya evet demek mümkün görünmüyor.
Dinler insana ait değer ve davranışları “olan” ve “olması gereken” ayrımı ile kendine özgü ölçüt, kural ve yasaklar uygulayarak biçimlendirmeyi hedef edinir. Dinler insanın mutluluğunu bir ilke ve ön kabul olarak benimsemekle birlikte, iç bütünlüklerini ve bedenî sağlıklarını bozucu yönelişlere ve özellikle de aşırılıklara izin vermez. Dinler insana ait beden ve ruh ihtiyacı saydığı eğilimlerin sonucunda oluşan ‘benlik’ ve ‘kimlik’ in önde gelen ögelerinden biri sayılan cinsiyet kavramını ve bu kavrama ait anlayış ve uygulamaları düzenler. Bu noktada, dinin özüne rağmen, din görevlisi, yönlendiricisi, bilgilisi sayılanların, bazen aydın insanları üzüp sinirlendiren zıpırlık türünden hükümlerine de işaret etmeliyiz.
Cinsel arzuların ve cinsel tatminin bir hak olduğunu, bedenin işlevlerinden biri olarak kaçınılmazlığını makul ve meşru sayılması gerektiğini vahiye dayalı dinler kabul etmekle birlikte, bu yöndeki istek, arzu ve uygulamaların makul ve meşru olması gerektiğini vurgulayarak emretmiştir.
Musevilikte kadının yeri XX. yüzyılı başına kadar, savunulmayacak türden sınırlamalar taşıyorken, XX. yüzyılın ilk çeyreğinden sonraki bazı reformist adımlar sonrasında genişlemiş, zenginleşmiştir. Hıristiyanlıkta ise -toplumlara göre farklılık taşımakla birlikte- kabul edilemez sınırlamalar içeriyordu. XIX. yüzyılın son çeyreğinde Katolikler de, Ortodokslar da bu konudaki tutumlarını yumuşattılar. XX. yüzyılda, Hıristiyanlığın uyarım odakları, kadın erkek ilişkilerindeki yönlendirici etkisini yitirdi.
Türk kökenli olup farklı adlarla kendilerini tanımlayıp öyle tanınmış olan halklar/topluluklar, çok geniş bir coğrafyaya dağıldıkları gibi, kamlık dini yanında, Budizm, Maniheizm, Lamaizm, Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık inanç ve dinlerin hepsine girip çıkmışlardır. Mensubu olunan inanç ve din öğretilerinin, kadına bakışından çok az da olsa etkilenen Türk kökenli halklar, dile dayalı anonim metinlerde bu konudaki tutumlarını yansıtmışlardır.
Mit, destan, efsane, menkıbe nitelikli metinlerde ve özellikle, manzum veya mensur eski aşk hikâyelerinde (halk romanlarında) kadının yeri de, ayrı kültürler bakımından ayrı ayrı değerlendirmeyi gerektirecek farklılıklar taşımaktadır. Hangi türden bir niyete dayanırsa dayansın, yalnızca ‘görülmesi gerekenleri görerek’ tarih inşa etmeye kalkanları çok ciddiye almadan söyleyelim: Türklerin eski ataları olan Sümer, Huri ve Hun topluluklarında kadının yerinin araştırılması ile bu konuda ilginç verilere ulaşmamızı sağlayacaktır.
İslamiyet’ten önce Arap dünyasında kadın –nadiren üstün ve asil sayılan bazı kadınlar dışında- yalnızca bir cinsel obje idi… İslamiyet ise, hem Kur’an’ın bağlayıcı hükümleri, hem Hz. Peygamberin kadın hakları konusundaki sözlerine ve davranışlarına (hadis) dayalı örnekliği ile apayrı bir anlayışın, büyük bir devrimin gerçeğe dönüşmesidir. Hz. Peygamberin hayatındaki üç kadın (Hz. Hatice, Hz. Ayşe ve Hz. Fatma) ile sevgi ve saygıya, güven ve inceliğe dayalı ilişkileri, çok anlamlı ve değerli örnektir. Kur’an, kadını dışlayan ve suçlayan bütün kültür, inanç ve dinlere karşı çıkarak, devrim nitelikli hükümler getirmiştir. Ne yazık ki Hz. Peygamberin vefatından sonra, kadının toplum içindeki yer ve işlevlerine ilişkin anlayış ve uygulamalar her geçen yıl kadınlar aleyhine işleyecek ölçülere kurban edilmiştir. Sert, inatçı ve tek yolcu Emevi Müslümanlığı ve daha yumuşar görünse de öncekinden az farklı Abbasi halife-sultanları zamanında kadın yeniden gölgeye dönüştürüldü, hatta aşağılandı... Muaviye ile başlayan Emevî ve ardından Abbasî sülalesine dayanan sultanlı, saltanatlı halifelik dönemlerinde, İslamiyet’i seçen toplumlar, topluluklar sağlıklı sevme ve sevilme konusunda, yanlış bilgiler edindiler. Emevî ve Abbasî halifeleri zamanında kadın hakkı ve kadına saygı konularında Hz. Peygamberin getirdiği insanlaştırıcı mesaj yerine, İslam öncesindeki Arap kültürünün anlayışlarına dönüldü. Onlara emir verenler ile din bilgisi aktarımından sorumlu olanlar, her Müslümanın kadınlarla ilişkilerde, yaratılış sebebine uygunluk ölçütlerine göre davranılmasını emreden Kur’an hükümleri ile onları hadis-i kutsilerle açıklayıp öğütleyen, bu değerleri hayatıyla örneklendiren Hz. Peygamberi değil, câhiliye dönemine benzeyen kadın anlayışını, dinin hükmü olarak sunup benimsettiler.
Müslüman toplumlar arasında bu konudaki anlayış ve uygulamalar da, Türk soylu halkların içindeki uygulamalar da, zaman zaman çok farklı olmuştur. Anadolu, ve Balkanlarda, özellikle de, Alevî-Bektaşî toplulukların büyük çoğunluğunda, kadın, şahsiyeti ile konum edinen, işlevli bir insandır.Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kadın vatandaşlarının, Müslüman diğer toplumlardan bazı açılardan çok önde ve çok farklı olduğunu söylemeliyiz: Atatürk’ün benimsediği ve benimsettiği ölçülerle, -ahlâkiliği esas almak şartıyla- siyasî, sosyal ve kültürel alanlarda kadınların erkeklerle eşit olduğu hükmü -İslam’ın ilk devirlerinde olduğu gibi- inanç feodallerince küfür sayılmıştır.
Beden ve ruh sağlığı yerinde olan bir erkeğin, bir kadını, niçin kendisi için vazgeçilmez saydığını da, ilgi ve ilişki ile sarıp sarmalamaya, koruyup kollamaya çalıştığını da, bileceği var sayılır. Bu varsayım her zaman doğru mudur? Kadın, aşk ve cinsiyet kavramlarına bağlı düşünceler ve davranışlarda, bilinç ve irade, samimiyet ve nezaket, fedakârlık ve merhamet ve şefkat, bu ilişkileri gerektiği ölçülerde katkı yapıp yapılandırıp geliştirebiliyor mu? Sağlıklı sevgi alışverişlerinin, temiz ve diğerine fazla duyarlı birlikteliklerin –farklıca da olsa-- a ş k olarak sayılması gerektiği öğretilemez mi? En mühimi de, tutkulu sevginin/aşkın, taraflardan birinde bütünüyle bitmiş, tükenmiş olmasının diğeri tarafından da kabul edilmesi için hangi bilgi ve uyarılara ihtiyaç vardır?
Problematik saydığımız şu cümlemizi kuralım:
Son otuz yıl içinde, Türkiye’de kent sayılan yerleşim merkezlerinde, erkekler tarafından öldürülen genç kız ve kadınların sayıları niçin artmaktadır?
Bu cümlenin içindeki sorulara yaklaşalım:
Kentleşme nedir? İnsanların kadın, erkek ilişkilerine olumlu ve olumsuz yönleri hangi hallerde ortaya çıkmaktadır? Kentte yaşamanın, geçimi zorlaşmış ailelerde problem oluşturan ekonomik sebebin, psikolojik bozukluğa, kimlik ve kişilik krizlerine dönüşmesi nasıl önlenebilir?
Sağlıksız sevmelerini aşk sanıp bencillikleri tatmin edilmediğinde hastalıkları, taciz, tecavüz ve cinayet olarak ortaya çıkabilen insanları kolayca anlamak, sezmek ve kaçabilmek için hangi ön bilgilere ihtiyaç var?
Erkekler kadınları hangi psikolojik bozuklukların sonucu olarak öldürüp içlerindeki hastalığı ortaya çıkarmaktadırlar?
Hangi kurum ve kişiler kadın ve erkek ilişkilerini sevgiye, daha doğru bir ifade ile sağlıklı sevgiye dayalı bir zemine oluşup, gelişip sürmesi için neler yapmalıdır?
Tacizin ve/veya tecavüzün mağduru, derin bir çaresizlik, korku ve utanç depremi yaşarken, “sustuğuna, sorulara cevap vermediğine göre tecavüzcünün yaptıklarına rızası olmuş veya saldırılmasını istemiş olabilir” hükmünü çıkaran arızalı mantık, sağlıksız yargı, yorgun ve özensiz mahkeme psikoloğu, duyarsız ve bezgin polis de, suça iştirak etmiş sayılamaz mı?
Dedesi kente doğmuş olmayanın kentli sayılması -sadece orada yaşıyor diye- genellikle yanıltıcı bir durum değil midir? Marjinalite, her türden sapma ve sapıtmayı, serbestiyi de uyuşturucu gibi kullanmaya kalkanları bir kenara bırakarak söyleyelim ki, kişilik oluşumunda bilinçli özgürlüğün önemli bir yeri olduğuna inanarak, bilinçli özgürlük eğitimi konusunda neler yapılmalı?
C
Sözün burasında başkaca cümle kurmak yerine Cengiz Güleç Hoca’nın kitabından yaptığım uzunca bir alıntıya sığınıp çığlığımı -şimdilik- keseceğim:
“Sevgi, genellikle hissedilen ‘pasif’ bir duygu olarak anlaşılır. Oysa sevgi, yaşadığımız, katıldığımız ‘aktif ‘ bir süreçtir. Sevgiyi bir durum değil, bir eylem olarak anlamak önemlidir. Ne hissettiğimizi, başkalarının nasıl hissettiklerini ya da ne yaptıklarını kontrol edemeyiz; ama neyi ve nasıl yaptığımızı yani davranışlarımızı kontrol edebiliriz. Bu genel doğru, sevgi bağlamında ne ifade etmektedir? Romantik aşkın giderek sönmesiyle hayıflanmak yerine, şefkatli olmaya odaklanabilmeyi anlatır. Müşfik olmak, gelip geçici bir durum değildir. İnsanın kendine güveni ve özsaygısı gibi bir nitelik olup yaşanması da zaman gerektirir. İyi olmak, ancak yapıp ettiklerimizle somut bir gerçeklik haline gelir. Şefkatli olmak aslında iyi bir insan olmak demektir. Hepimiz, iyi ve sevilen olmayı arzularız. Bunun önkoşulu da ’nazik’, ‘kibar’ olmak değil sahici şefkattir. ‘Nazik ve kibar olmak’ kendi başına değerlidir; ama başkalarından saygı görmek için onları memnun etmeye yönelikse, gerçek nezaket değildir. Bize karşı müşfik olmayan eşe karşı şefkatli olmak gayet tabiî zordur, ama imkânsız değildir. İnsanlar genellikle ötekinin kendisine ne yapmakta olduğuna dikkat eder. Bu tutumu tersine çevirebiliriz. Eleştiri, sitem ve tariz yerine şefkati seçerek, eşimizin de şefkati bir değer olarak görmesini ve onun da şefkatli davranmaya dönük bir modeli benimsemesini sağlayabiliriz.
Sevgi aktif bir süreçtir derken, olgun ve sağlıklı sevginin, sevdiğimize saygılı olmayı içerdiğini anlatmak istiyorum. Saygı göstermek, karşımızdaki insanın olumlu özelliklerini dile getirmek ve onu takdir etmek eylemidir. Pasif itaat değildir. Dürüst övgülerde bulunduğumuz eşimizin bu özellik ve yeteneklerini açıkça belirttiğimiz zaman, onun da kendi benlik değerini tanımasına yardımcı oluruz. Bu türlü bir saygı, güçlü, sağlıklı ve sadık bir ilişkinin önemli bir öğesidir.”
TÜRKİYE İLİM ve EDEBİYAT ESERİ SAHİPLERİ MESLEK BİRLİĞİ
İLESAM GENEL MERKEZİ
Adres
:
İzmir 1.Cad. No: 33/16 Aydın Apartmanı, Kat:4 Kızılay / ANKARA
Tel
0 312 419 49 38
Faks
0 312 419 49 39
Web
www.ilesam.org.tr
E-Posta
ilesam@ilesam.org.tr
Adınız Soyadınız
Girilecek rakam : 974661
Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.