İLESAM ve İLESAM ÜYELERİNDEN HABERLER (6 NİSAN 2016)

 / ETKİNLİKLERİMİZ

İLESAM ve İLESAM ÜYELERİNDEN HABERLER

(6 NİSAN 2016)

 görüntüleniyor  

ESERE SAYGILI KORSANA KARŞIYIZ 2. ULUSAL SLOGAN ve LOGO YARIŞMASI KAPSAMINDA ORTAOKUL VE LİSE SEMİNERLERİ BAŞLADI…

İLESAM GENEL BAŞKANI MEHMET NURİ PARMAKSIZ KIRKLARELİ’DE…

ESERE SAYGILI KORSANA KARŞIYIZ 2. ULUSAL SLOGAN VE LOGO YARIŞMASI”  kapsamında Nisan ayı içinde Kırklareli, Gaziantep, Düzce/Akçakoca, Kırşehir, İzmir, Antalya ve Erzurum'da Kültür ve Turizm Bakanlığı temsilcileriyle seminerler düzenlenecektir.

“Bu yarışmayla Türkiye'de her türlü korsanın azalacağına inancımız tamdır. Yarışmamızla ilgili geniş bilgiye http://www.korsanakarsiyiz.com sitemizden ulaşılabilir.” diyen İLESAM Genel Başkanı Mehmet Nuri Parmaksız ilk semineri Kırklareli’nde verdi.

Cumhuriyet Ortaokulu ve TOBB Anadolu Lisesi’nde Telif Hakları ve Korsan Yayın konusunda seminerler veren İLESAM Genel Başkanı Mehmet Nuri Parmaksız resmi ziyaretlerde de bulundu.

Bu organizasyonlar İLESAM Kırklareli temsilcisi Alaeddin İkican ve Fuat Ertuğrul tarafından hazırlandı.

 görüntüleniyor

KÜLLİYE ŞİİR AKŞAMLARI’NDA ŞEHİTLERİMİZ YÂD EDİLDİ…

Şehitlerimizin yâd edildiği Külliye Şiir ve Sohbet Akşamları Nisan-2016 ayı etkinliği İLESAM Amasya İl Temsilcisi Şair Mustafa Ayvalı’nın organizasyon ve sunumunda gerçekleşti.

Beş yıldır düzenli olarak her ayın ilk haftası Cuma günleri Sultan Bayezıt Külliye’sinde bulunan Belediye Çay-Sohbet ve Okuma Evi’nde Amasya Belediyesi’nin katkılarıyla TDED adına düzenlenmekte olan Külliye Şiir Akşamları’nın Nisan ayı etkinliğinde şehitlerimiz yâd edildi.

Şair Mustafa Ayvalı’nın “Kırk Kırmızı Gül” isimli Çanakkale konulu şiirini yorumlamasıyla başlayan programda; Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Amasya Şube Başkanı Hüseyin Menç, Amasya Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim görevlisi İsa Çolaker ve Suluova Akdağlılar Derneği Başkanı Yılmaz Keten söz alarak yapmış oldukları konuşmalarında özellikle son günlerde yaşanan terör olaylarına değinerek geçmişten bu güne şehitlerimize Allah’tan rahmet dilediler.

Bestekâr Burhan Özbakır ve Tiyatrocu Ekrem Çakırer’in anılarını paylaştıkları programda şairlerimizden Neşet Karaçaltı, Ahmet Yiğittop, Hasan Buldu, Orhan Bol ve Rıdvan Yılmaz’ın vatan konulu şiirlerini yorumlamaları esnasında duygulu anlar yaşandı.

Amasya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Beden Eğitimi ve Spor Öğretmenlik Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Recep Kürkçü ve şiire sevdalı konukların katıldığı programın kapanış konuşmasını yapan Şair Ayvalı; “Beş yıldır büyük bir özveriyle devam ettirmeye çalıştığımız Külliye Şiir Akşamları’nın bir sezonunu daha yüzümüzün akıyla sona erdirmenin mutluluğunu yaşıyoruz. Ekim ayında başlatmayı düşündüğümüz 2016-2017 sezon etkinliğinde buluşmak üzere hepinize teşekkür ediyor, şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum” dedi. Program geleneksel hale gelen toplu fotoğraf çekimi neticesinde sona erdi.

 görüntüleniyor 

SÖZLERİ ÜYELERİMİZDEN VEDAT FİDANBOY’A AİT ÜÇ BESTE  “ANTALYA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ  1.ALTIN NOTA BESTE YARIŞMASI’’ NDA FİNALE KALDI… 

Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından düzelenen  ’ANTALYA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ  1.ALTIN NOTA BESTE YARIŞMASI’’ finalistleri değerli bestekarlarımız jüri başkanı Erol SAYAN, Ali ŞENOZAN,Turhan TAŞAN, Erdinç ÇELİKKOL, Mustafa COŞKUN ve Şafaknur YALÇIN ile belediye yetkililerinden oluşan eleme jürisi tarafından büyük bir titizlikle yapılan inceleme sonucu belli olmuştur.

Sözleri üyelerimizden Vedat FİDANBOY ait:

1- Sn. Hüseyin SOYSAL tarafından bestelenen “Canım Antalya”,

2- Sn. Ahmet Sedat METE tarafından bestelenen “Aşk Çeşmesi Olur Sebil”

3- Sn. Zeynel Abidin TOPAL tarafından bestelenen “Kardelensin Kalpte Açtın Kar Düşerken Üstüne”

İsimli besteler, yarışmaya katılan 276 eser arasından finale kalan 10 eser içinde  yer alarak, 4 Mayıs 2016 tarihinde Antalya’da yapılacak konserde finalde yarışmaya hak kazanmıştır.

FİDANBOY, bu konuda kendi sitesinde bir teşekkür yazısı yayımlayarak: “Şiirlerimi besteleyerek, Türk Sanat Musikimize katkıda bulanan, beni böylesi bir onurla taçlandıran çok değerli bestekârlarım Sn.Hüseyin SOYSAL, Sn. Ahmet Sedat METE ve Sn. Zeynel Abidin TOPAL beyefendilere; ayrıca yürek ve gönül teri dökülmüş, yüzlerce eseri büyük bir titizlikle inceleyerek bunların içinden sadece on eseri seçmek  gibi oldukça zor, güç ve sıkıntılı bir görevi ifa eden Musikimize büyük katkılarda bulunmuş çok değerli, güzide şahsiyetlerinden oluşan jüri heyetinin her birine, organizasyon heyetine ve emeği geçen herkese ayrı ayrı şükran ve teşekkürlerimi arz ediyorum.

Finalde, finale kalan bütün eserlerin bestekârlarına da başarılar diliyorum.” demiştir.

  görüntüleniyor

ÜYELERİMİZDEN ALP ARPAD…

Üyelerimizden Alp ARPAD, 29 Mart Salı akşamı saat 19.3o da, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Morfoloji Yerleşkesi Ord. Prof. Dr. Abdülkâdir NOYAN Salonu’nda konserde ve sahnede yer almıştır.

  görüntüleniyor

FATİH TÜRKOĞLU’NUN İMZA & SÖYLEŞİ GÜNÜ…

Emekli Sayıştay uzman denetçisi üyemiz Fatih Türkoğlu'nun mesleki anılarının derlendiği 'AÇMA Teftiş Anıları' kitabının imza&söyleşi günü 2 Nisan 2016 günü 12.00-14.00 saatleri arasında Çağdaş Sanatlar Merkezi Yaşar Kemal Konferans Salonu'nda yapılmıştır.

O günün kitap satış gelirleri Türk Eğitim Vakfı'na bağışlanmıştır.

Üyelerimize duyurulur.

  görüntüleniyor

İLESAM ÜYESİ ÇOCUK EDEBİYATÇISI FATMA YANGIN EKŞİOĞLU’NUN YENİ KİTABI ÇIKTI…

            İLESAM Üyesi yazar çocuk edebiyatçısı Fatma YANGIN EKŞİOĞLU’nun yeni kitabı “Alican’ın Pantolonu” Ürün Yayınları’ndan çıktı.

            Üçü Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları’ndan olmak üzere sekiz kitabı bulunan Fatma YANGIN EKŞİOĞLU, kitaplarına bir yenisini daha ekledi. Böylece yazarın yayımlanmış dokuz kitabı oldu.

            Seksen sayfadan ibaret “Alican’ın Pantolonu”  adlı kitabın kapak tasarımı, kapak resmi ve iç resimleri de bizzat yazar tarafından yapılmıştır.

            Kitabında sevgi, saygı, hoşgörü, dürüstlük, merhamet, yardımseverlik gibi güzel duygu ve davranışları içeren birbirinden güzel on öykünün yer aldığını söyleyen yazar Fatma YANGIN EKŞİOĞLU, Kültür Bakanlığı’nın Edebiyat Eserleri Destek Projesinden yararlanma hakkı kazandığı “Fırtına Vadisi” adlı çocuk romanının da yakında yayımlanacağını söyledi.  
  
 görüntüleniyor

SADIK TURAL

TASAVVUF 21. YÜZYIL İNSANINA NE VEREBİLİR?

Değerli Dinleyiciler

Sizlere saygılarımı sunarak, sözlerime başlıyorum.

İnsan, sorularının yücelttiği, ya da ciddiye alınmaz kıldığı bir varlıktır. Merakların oluşturduğu sorular, hem bilgi ve birikim seviyesini, hem de idrak, edep ve duyarlılık seviyesini gösterir. Ben, bugün sorularımı ve isteklerimi sizinle paylaşacağım.

Problematik, problemler yumağı demek… Problematikimiz şudur?

Sadece okul ve kitap değil, basılı, görüntülü ve bilgisayar teknolojilerinin bilgi bombardımanı altındaki 21. yüzyıl insanı, ruhundaki boşlukları gidermek üzere, ‘en doğru’, ‘en güzel’, ‘en huzur verici’ olan bilgi ve zevk ile, bunların yapılandırdığı yaşantılara nasıl erişebilir?

Bu problematikin içindeki problemleri de sıralayabiliriz:

İlkokuldan yüksekokul sonuna kadar eğitim ve öğretim görmüş insana verilen bilgi, onu, ne kadar tatmin etmekte, yaşantısındaki çıkmazları ne ölçüde çözmektedir?

Yetkili ve yetkin kişilerin kaleminden çıkıp, az tartışmalı görüş, yorum, bilgi demeti olarak sunulan kitaplardan ne kadarı, düşüncenin olduğu kadar, duygunun sorularına kalıcı cevap verebiliyor?

Gerek perde, gerek TV aracılığı ile sunulan filmler, en çok iki defa seyredilebilir. Mutlak ‘geçici’ olan sinema ve TV ile; sorumsuzları, sorumluluk fikrine yaslananlardan daha çok olan bilgisayar programları arasına sıkışan insanı, ‘tüketim aracı’ olma anlayışından kurtaracak; onun içindeki açlığa, derinlerindeki susuzluğa ve bilincinin sessiz çığlık hâlindeki sorularına cevap olacak cümleler hangi kaynaktan nasıl gelecek?

Bedenin yöneldiği duyular ve duyumların doyumu sonrasında da, üstün bir idrak olma ihtimali taşıyan ruh, kendini tatmin edecek soruları sormaya ve bunların cevaplarını aramaya devam etmez mi?

Son elli yılda gerçekleşen, çok hızlı teknolojik değişmelerin ve yenilenmelerin sunduğu nimetler karşısında, maddî gücü olanların yararlandığı ve benimsediği ‘ihtiyaç’ ve ‘imkân’ anlayışının yanında yer almayanlardaki, yetersizliğin ve yoksulluğun doğurduğu öfkeli sorular karşısında, tatmin edici cevaplar nasıl oluşacak? ‘Varoşlar’ damgalı veya ‘öteki Türkiye’ mühürlü söylemler’le ‘başka’ olduğunu kabullenenler, hesap sorma arzusu duyarsa ne olacak?

Yücelttiğimiz aklın beşerî ölçekteki bilgilerine ait birikim, çok hızla değiştiğine göre, ‘değişmez doğru’, ‘değişmez güzel’ nedir, nasıldır? yönündeki cevapları sunan ‘bilgi’ ve ‘zevk’in peşine düşenler artarsa, onlar hangi yoldan yürümeliler?

Din dediğimiz Allah’ın emirlerinin benzersiz yüce KİTAB’a dayalı, vahiy sonucu olan özel alan ile her türlü inanç ve uygulamayı da içine alıp geleneğin doğurduğu inanmalar alanı -ki buna diyanete dayalı zihniyet denilebilir- birbirinden ayrışamaz mı?

Din bilginleri ile din bezirgânları arasındaki farkın belirginleşmesi için ne yapılabilir?

Bu sorulara verilecek cevaplar, en büyük soruyla karşı karşıya kalmamıza yol açıyor; Zihnin çözmesi gereken en kapsamlı soruyu soralım:

İnsan, niçin var olmuştur?

İnsan,kendi kendine var olmadığına göre, kişi, nasıl bir güç tarafından, niçin ‘var’ edilmiştir?

İnsan, ‘Ben niçin yaratıldım?’ sorusuna cevap bulmayı sağlayıcı bilgi, sezgi ve ilhama ulaşmayı başarır ise, varlığının Yaratıcı‘yla ve diğer varlıklarla ilişkisi hangi konuma geçer?

Yaradılışının ve Yaratıcısının sırrını -bilgisini ve zevkini de diyebilirim- öğrenme derdine düşecek insanın yapacakları /yapabilecekleri nelerdir?

Bu soru, dört ayrı biçimde ifade edilmekle beraber, cevabı aynı kapıya çıkar: Hâlik ve Samed, EI-Evvel ve EI-Âhir, Hayy ve Kayyum, Kadir, Musavvir, Rahman ve Rahîm; ‘Lem yelid velem yuled’ olan Allah’a…

Bu soruları, bu haliyle ifade etmek de, böyle soruları sorabilecek bilinçle donanmış olmak da kolay değil! Bu kapıya, Tevrat’ın, İncil’in, Kur’an’ın, şerh ve tefsirlerle anlaşılabilir ve kavranabilir hâle getirildiği söylenen hükümlerinden mi; her kişiye göre değişen idrâk ve gayret sonucunda mı varılabilir? İşte bu zor alanda, Kitab-ı Mübîn olan Tevrat, İncil ve Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Yaratıcı (Halik) ve yaratış sebebini bizim kavrayışımıza taşıyacak insanlara ihtiyaç var. Nebî, resûl, peygamber, profet adı verdiklerimiz, o hükümleri kavrayabileceğimiz hâle getirmeye çalıştılar. Ondan sonrakiler ise, iki ayrı yoldan yürüdüler: 1) Mutlak züht, mutlak kural ve şekle, sımsıkı bağlı din anlayışı; 2) Kuralı ve şekli mutlak ortaklık değil, bir kişiye veya gruba ait özel durum sayan, hak ediş tipinden takvalı kabulleniş; tarîk… Her iki yolun birleştiği üç kavram, ‘teslimiyet’, ‘edep’, ‘huşu’…

Bir din bilgini olmadığım için, güvenilir veya temel sayılan dinî kitaplarda sunulanları tekrar etmeyip, yukarıdaki soruların tatminkâr cevaplarını, gerçek din bilginlerine bırakıp, kendi yorumlarımı ve tabiî bu arada sorularımı sunmakla yetineceğim.

Birinci doğru (veya varsayım) şu:Âdemden beri, 10.000 yıl geçtiği söylenir. 10.000 yılın insanının tamamının birleştiği tek gerçek, her varlik (insan, hayvan, bitki, eşya) ölümlüdür; ölmeyen, ezelî ve ebedî diri olan ALLAH’ın varlığı ise, ikinci gerçek... Yanlış anlaşılmasın! Beş duyunun idrâkiyle varılan tek değişmez gerçekölüm veya ölümlülük’tür. Ölümlülere hiç benzemeyen Allah’ın varliğina ait hakikate, beş duyunun ötesinde bir bilme isteği ve bilinciyle varılır.

İkinci varsayım (hipotez) şu: Allah, bütün kâinatın yaratıcısı olan  ve insan idrâkini çok aşan bir varlık olduğu hâlde, insan , O‘na, bir bilgi(ilhâm,keşf) ve zevk olarak ulaşabilir. Ölçülmez bir büyüklük ve enerjinin, insan idrâkini aşan bir irâdenin , bilinenin dışında bir en özel varlık’ın bilinmesi, ancak, kendisi izin verdiği ölçüde mümkün olabilir. Her bilme/biliş, gözlemi, beş duyuyu aşan her hüküm, bir sırra ulaşma, bir özel bilgiye varmadır; ancak, yöntem ve verilen izin engellerini kabullenmek şartı ile…

Bilim ve sanat, bizim için henüz bilinmez, yani sır olanları çözme çabası içinde… Her çözülen düğüm, başka bir düğümün habercisi... His, hayal, vesvese, vehim,korku,ümit, akıl arasında gidip gelmeler ise, bilime veya sanata ait bir minnacık sırrın çözülüşü… Sır ve ikrar kavramlarının Anadolu inanç tabakalarında farklı anlam ve  etki taşıyacak biçimde  kullandıklarına işaretle yetineyim.

Sır, batı dillerinde mistery… Mistik, sırrın peşine düşmüş olan... Hıristiyan veya Yahudî yahut başka inanışların mistikleri, sır arayıcıları ile İslâm’ın sır arayıcıları farklı… Sır kavramına yükledikleri anlam çok farklı… O yüzden felsefenin kapısını çalıyorlar Batı’da...

İslâm’daki mistikler de birbirinin aynı değil… Velâyet de, o ünvanı veya makamı kazananlar da mâhiyetleri ve hedefleri aynı olduğu halde uyguladıkları eğitim yolları, az çok farklı. Talibe, dervişe uygulanan yollar bakımından fark, ilk ayrılık... İkincisi ise, şekil-perestler ile şekilciliğe karşı çıkanlar arasındaki uçurum türünden fark... Üçüncüsü, küfre varma ihtimali yüksek bir bâtınperestliğe kapılanların ayrışmaları, farklılıkları…

Kur’ân, o mecazı yüksek özelmetin‘deki hükümlerin idrak edilip mutlaka benimsenmesini emrediyor; Peygamber bir çok hükmün açıklanması olan hadislerinin düşünülüp yaşanmasını öğütlüyor. İnsan ile Yaratan arasındaki sözleşme hükümleridir, din. Kitap’ta ve Hadis’te yer alan bu sözleşme ve hükümleri, akıl, ilham, sezgi,bilgi ve birikimleri farklı olan insanlara nasıl anlatılıp benimsetilecek? Asıl hedef, muhabbet, merhamet ve samimiyetin hayatın her anına ve ibadete yerleştirilerek vecd ile buluşturulmasıdır. Tekfir edilmekten, iftiraya hedef olmaktan korkmadan, şirkten ve riyâdan sakınarak, çok muhabbetli, çok merhametli, çok samimiyetli bir vecd ile Yaratan’a ve yaratılmışlara yaklaşmak, ilişki kurmayı benimsemek… İman da, ibadet de, insan ve diğer varlıklarla ilişkiler  de, şirksiz, riyasız ve pazarlıksız bir sevgi ve saygı ile temellenmiş olacak… Aşk, “Ben seni seviyorum, hem de çok; öyleyse sen de beni sevmelisin.“ anlayışıyla biçimlenen pazarlıklı, beklentili bir tutku değildir. Aşk, sevilenin içinde tutkuyla erimeden doğan beklentisizliktir.

Artık söyleyebiliriz:

Başta Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (s.a.v)’in, Hazret-i İsa’nın, Hazret-i Musa’nın, Hazret-i İbrahim’in, Hazret-i Süleyman'ın, Hazret-i Yusuf'un, Hazret-i Yunus’un, Hazret-i Nuh’un veya Hazret-i Yakup’un, sonra, velî, aziz adlı özel insanların zâhirde görünen yaşantılarının, sözlerinin arkasındaki sırrı öğrenmeye kalkmak, İslâm mistisizminin temeli... Hikmet’in, hikmetli bilgilendirilme ve idrak ettirilmenin  doğrudan muhatapları öncelikle peyâm-berler(peyam;değerli haber/ber;getiren)nebi ve resuller…  Bu peygamberlerin, hikmet bilgisinin peşine düşerek varlık alanındaki zâhirlerini aşıp, bâtınlarını öğrenme iştiyakının beslediği, Kur’an’dan ayrılmadan yürüyen bir kavrayışla, yaradılış sebebine ulaşma heyecanı ve arzusu... Hikmetin, vazgeçilmezlik ölçüsünde peşine düşüş, yani aşk...

Türk sûfiliğinin -öncelikle havas’ı sonra halkı sarsmak üzere- gönül gonguna vuran Mevlana Celaleddin diyor ki: “Aşk acısı tadmanış, tanımamış, taşıyıp yanmamış yürek, ya deliye aittir, ya ölüye…

Yaygın anlamıyla, aşk, insanın, vazgeçilmez olanın; ulaşmaya, erişmeye çalışılanın dışındakilere ilgisini azaltarak, bir varlığı, düşünce, duygu, hayal ve davranışların merkezine koyması... “Anamız aşk, babamız aşk, aşktan doğduk biz; aşklar arındıkça, ilahî aşka çıkar.” diyen Celâleddin Rumî’nin söylediğini kavramayı denemeli...

a-Mensupluk veya taraftarlık  çaba  ve öfkesinin en aza indirilmesi,

b-Şekle ait tercihlerin veya sembollerin gerçek hükmün ayrılmaz parçası sayılmaktan arındırılması ,

c-Siyasetin veya diplomasinin yahut ticaretin söyleyişlerinin ve yöntemlerinin değil, başta sevgi, merhamet ve adalet olmak üzere insanlaştıran hikmeti sezdirme, idrak ettirme niyetli dilin hâkim kılınması… Böyle bir çağrının ve dilin, irade güçlenmesi, daha doğrusu nefsin arındırılması yönündeki eğitim anlamı taşıdığını belirtmeliyim.

Tasavvuf, Odgurmuş Ata’nın, Hoca Ahmet Yesevi’nin, Hünkâr Bektaş Veli’nin, Yunus Emre’nin, Mevlana Celaleddin’in, Hacı Bayram Veli‘nin, Niyazi Mısrî’nin örneklendirdiği, vecidli çabalarının dilidir. Sufilik, irfânı ve ilhâmı, aşkla yıkamaktır.

Tasavvufu, Yaratıcısı ile yaradılışı arasındaki ilişkiyi kavramak veya bilmek üzere bir yola girmek, o yolda olmak; tasavvufu, üstün idrâke ait bilgiyi, sezgi, ilhâm, keşf basamaklarına götürücü bir zevki, zühdle birleştirmek; tasavvufu, geçici, oyalayıcı, çelişki ve vesvese vericiden, gölgeden ve hatta bedenden kurtularak, asıl vücut ile ilişki ve bağını keşfetmek ve tasavvuf denilen kavramı, vahy ile cinnet arasında koşuşturan insan oğlunun nefsine savaş ilân edip, bu savaşı kazanması türünden tanımlarla hükme bağlamış olmayı isterdim.

Yirmi birinci yüzyılın, insanına, hangi dilden olursa olsun, şekilde kalan bir iman ve ibadete davet edici tekrarları değil, bu tanımların tadını arayanlara sunulacak olan bilgi ve zevke işaret etmek isterdim.

Siyasetin, ticaretin teslim almadığı bir iman ve ibadet talep edenlerle konuşmuş olmak isterdim. Ölçütlerin temsilcisi olmak adına yola çıkıldığı  halde, denetimsiz -örtülü, açık- kurumlaşmalar yüzünden ‘biz’ ve ‘ötekiler’ anlayışının çıkmazına düşen din, iman, ibâdet, tarîkat anlayışlarının  kimseye ‘hayır’ getirmeyeceğini söylemek isterdim.

Hızlı sanayileşmenin, vahşi kapitalizmin kıskacında bunalan, çaresizliğinden isyanın veya inkârın yahut ateizmin oyununa gelmemek isteyenler ile konuşmak isterdim. İki yüz yıldır, inanmayanın da, inananın da, aklının ve duygusunun bulanıklığını kim inkâr edebilir.

Mevlana Celaleddin’in çağdan çağa yakılanan şu çığlığına kulak verse çağımız insanı, bunalmışlığı için bir çare bulmuş olmaz mı?: “Allah dilemiş, kısmet etmişse sana, el getirir, yel getirir, sel getirir. Dilemez, kısmet etmezse Mevlâ, el götürür, yel götürür, sel götürür. ”* Sabırsız, benmerkezci, tatminsiz, merhametsiz, sevgiyi dış yüzde yaşayan ve hakikî sahibi unutan insanlık için bir uyarıcı çağrı…

Nefsinin bunalttığı derin çelişkilerden kurtulmak için, her insanın, kendi dilince ve kendi dinince söylediği ‘beni en doğru yola ulaştır’ (İhdina’s-sırâte’l-mustakim) talebinde samimi olanların kazandığı ilham ve hâller tasavvuftur; ben dinlerin ve dillerin üstünde, bu talebinde samimi olanlarla konuşmak isterdim. Bencilleşen, yalnızlaşan ve ruhî dertleri, çaresizliği, kimsesizliği artan yirmi birinci yüzyıl insanının, çok ferdî bir alan olan tasavvufta, tatmin olacağını düşündüğümü söylemek ve bu yöndeki arayışların artacağına işaret etmek isterim. Sadece Türkler değil, başka milletlerin gençleri de arayış içinde... Tasavvuf, şekilperestlik, grupçuluk hâline dönüşmeye imkân verilmeden, insanın iç yolculuğunu sağlayabilir; yirmi birinci yüzyılın insanının buna ihtiyacı olduğu söylenebilir…

Türkistanlı Hoca Ahmet Yesevî’nin, Mevlâna Celâleddin’in ilâhî hikmeti kavrayışı ve aldığı mesajı paylaşma ihtiyacına bağlı çığlığı, bütün insanlığadır. Tasavvuf, ‘niçin yaradılış amacımdan sapayım?’ veya ‘ey Yaratan sana ulaştırıcı yolda olmak istiyorum, elimden tut!’ çığlığıdır. Tasavvufun anahtar kelimesi ‘vecd’ ile ‘aşk’, zâhidlik’in anahtarları ‘takva’ ve ‘huşû’… İkisi de aynı yere çıkar; ama, tatları ile çileleri farklı… Kendileri de Türk soylu olan Buharî, Tırmızî,Zemahşeri, Maturidî isimli İslâm bilge-bilginleri, Türklerde, Allah’a imanı uyandırmaya ve artırmaya çalıştılar, Ahmet Yesevî, Abdülhalik Gücdüvânî, Yusuf Hemedanî, Süleyman Bakırganî,Balasagunlu Yusuf,Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Aziz Mahmut Hüdâî  de… Dedim ya, aynı zirveye ulaşan iki ayrı yol…

Bir inanç sistemi,bir  din ,insanı  öncelikle ahlâklı yapıp Allâhın kedisini sevip Yaratanı ile bütünleşmesini sağlama işevini taşır.Alâhı çok sevip,Mevla’nın sevgisini kazanıp O’nunlA bütünleşme ise,nebî,resul,peyam-ber ünvanlı  kişilerin önderliğiyle,yol göstericiliğiyle olabilir.Allah ile bütünleşme köprüsü,Kitab’ın  zahiri ve bâtınî   hikmetlerini anlayabilme ışığı Hz. Muhammed Mustafa’dır.O’nun dünyamızdan ayrılmasından sonra, bu yolgöstericilikAllâh’ın velileri( evliyâullâh) ile güvenliölçülerle gerçekleştiği söylenebilir.Tasavvuf, evliyâullahın yönlendiriciliğinde, ruhun arındırılıp,bedenin yola girerek Allah’ın sevgisini hakedip Mevlâ ile bütünleşme eğitimidir. 

Karmaşık bir tasavvufî terim dünyasında boğulmadan söylemeye çalıştım: Şia öğretisini yakından tanımış Tebrizli Türk Şems’in, ehl-i sünnete bağlı Bahaüddin oğlu Mevlâna ile buluştukları noktayı, eriştikleri zevki düşünmenizi isterdim. Ondan ötesini ben bilmiyorum, bilenlerden dinlemeniz  daha doğru olmaz mı? 

İslâm’ın gerçek bilim adamlarıyla anlatılması için, hurafe ve bid’attan kurtarılması için, huşû ve edebin süslediği bir iman hâlinde biçimlenip davranışa dönüştürülmesi için, Müslümanların yanlışlarını düzeltmeliyiz. İslâm’ın yanlışı yoktur, İslâmiyet’ten bahsedenin, yaşadığını söyleyenin yanlışı olabilir. Kur’ân’ın ‘asrın idrâki’ ile yeniden yorumlanması (tefsir, şerh) ve yeniden Türkçe anlamlı (meal) metinler bastırılması Devlet’in vazgeçilmez görevi olmalıdır. İslâm’ın ruhban sınıf, aracı kadro bulundurmadığını tekrar hatırlatalım; diğer yandan, insan ile Yaratan arasındaki yüksek haberleşme ve yüksek ilişkinin aracısız bir şekilde gerçekleşebileceğini –peygamberler hariç- ancak, çok zor, fakat mümkün olduğunu, bu yöndeki çileye razı olanların, bedelini ödemeyi kabullenenlerin konumunu, bizim bilgimiz dışındaki ayrı bir konu saydığımızı vurgulayalım.

Yirminci yüzyıl biterken, ileri teknolojiye bağımlılığın getirdiği, insanın ruhunu tatmin etme yerine, başta beş duyusu olmak üzere, bedence tatminin ön plana çıkıp yerleşmesi, insan ruhunda açlık ve tatminsizliklere yol açmıştır. Beden hastalıklarının da, psikolojik sıkıntıların da, sürdürülemeyen aile içi bağ ve dayanışma azlığının da, derin bir yalnızlığı körüklediği söylenebilir.

Yalnızlık nedir? Sevme ve sevilme ihtiyacının karşılanamadığı durumlarda, beden ve ruh hastalıklarıyla boğuşmamıza yol açan yalnızlık… İç aynasına yansıyan,dayanılmaz bir gerçekliği bunaltan  y a l n ı z l ı k,  derinlerdeki büyük  boşluk ve kimsesizlik yüzünden, çöküntüye uğrayan insan… Kalabalıklar arasında yaşarken, kimsesizliğin ve güvenliksizliğin verdiği yalnızlığın korkuları, korkuların yalnızlığı… Sağlıklı, güvenli, destekleyicibağışlayıcı nitelikli  sevginin bulunmayışının doğurduğu yalnızlık acısından kurtulmak için, yol arayan insan… Olumsuzlukların dipsizleştirdiği iç boşluğunu, insanların kirlettiği iç aynasını Yaratan bilgisiyle doldurarak, yalnızlığını giderme ilhâmını ve idrâkini yakalama niyetli  insan, kurtulmuştur. Yaratan’a teslim olmayla başlayan,sınırsız rahmetin, avf ile mağfiretin kazandırdıracaklarından ve  yalnızlıktan arınma işlemlerinden uzaklaşan   planlamaların ,tatillerin oyaladığı ,her aşamada yeniden    hicran ve hüsranlar ile karşılaşmayı ilân eden saatlerin hapihanesinde ömür tüketmenin yıllarında,yollarında…

Sabrın, samimiyetin çok azaldığı; çocuklarına veya torunlarına oyuncak almayı veya oyuncak olmayı değil, değer ve davranış aşılamayı, örneklendirmeyi benimseyenlerin kaybolmaya başladığı bir yüzyılın başında…

Hergün değişen teknolojik ve teknik vitrinin, tüketimi teşvik ve tahrik ederken maddî yetersizliğin veya yoksulluğun, işsizliğin, gelir dağılımındaki olumsuzlukların sosyal patlamalara gebe yılları düşündürdüğü bir yüz yılın eşiğinde…

Parçalanmış ailelerin, temeli çürük birlikteliklerin, aşksız ve ruhî sadakatsiz ilişkilerin yaygınlaştığı, alkol ve uyuşturucuya başlama  yaş sınırının 12‘ye indiği yüzyılın kapı ağzında…

Suyun hızla kirletilip, toprağın, hızla çoraklaşıp, ürünlerin özyapı hücreleriyle oynanıp, hem tabiatın, hem diğer canlıların ve insanın yaratılma sebebine, fıtrat ayarlarına aykırılaştırılmasının makul ve meşru sayıldığı bir asrın ayak ucunda…

Beslenmesi yetersiz veya az çeşitli; barınması basit veya köhne;gerek işyeri,gerek barınılan yer, gerekse ulaşım açılarından güvenliksiz veya korku üretici; her yaşta ve her yerde bezdirici ve ezici bir yarışın teslim aldığı, vahşi kapitalizmin oyuncağı olduğunu kabul ettirdiği bir ömrün öznesi olmaya mahkûmluğun zihinlere kazıdığı bencillikler çağının ilk on yılının ajandasında…

Ve, inanç adına, ibadet adına konuşan kişi ve kurumların itibarsızlaştığı, ayrışmacılık veya ötekileştiricilik ettiği bir yüzyılın; inanç sömürgenlerinin bir kısmının büyücülük, falcılık türünden istismarları bir sektör haline getirip her türden ahlâksızlığı, irâdesizliği, hurâfeyi, bid’ati ve şirki dinin önüne, hattâ yerine geçirdiği sevimsiz vakitlerin, sisli sabahında…**

İnsan, hem kendi bunalmışlığını, hem başkalarının çaresizliğini yoketmeyi başarmak istiyorsa ne yapmalı? Bu olumsuzluklar karşısında ısrarla, iç dengesi/huzuru adına inanmak, doğru davranışlarda bulunup, hakkı savunup sabredip bunları öğütlemekten başka bir şey yapabilir mi? İslâm mistisizminin, Türk sûfilerinin, tasavvufun söylemlerini, o yolun bilgelerinin yazdıklarını ve yaşadıklarını öğrenmek—entellektüel işleyişli zihinler için—kişi ve toplum ruh  sağlığı projesinin temeli yapılamaz mı?

      Türkiyede,bu konudaki ilk bilimlik ve bilinçli yayın Fuat Köprülü'nün idi. Onun inanmanın çilesini, sûfî yöntemlerle çekme yöntemi ve Türk Müslümanlığı konularında Asya coğrafyasına uzanan dikkatini, diğer araştırıcılar, Anadolu ölçeğinde sürdürdüler. Bu konuda yazdıklarını okuduğum insanların bir kısmını , bir kısmını şükranla anmak isterim…

      Türk tasavvuf  dünyasının  değerleri ile  ışıklı şahsiyetleri konusunda kitap yazmış olup aramızdan ayrılmış bulunanların hepsini,kitaplarını okududuğumuz  Fuad Köprülü‘yü, Ömer Rıza Doğrul‘u, Abdülbaki Gölpınarlı‘yı, Mahir İz‘i, Samiha Ayverdi‘yi, Necip Fazıl Kısakürek ve Erol Güngör’ü rahmet dileyerek, minnetle selamlıyorum. Bu konudaki araştırmalarını paylaşanlardan  N. Araz’a, S. Uludağ’a, A. Hulusi’ye, Y. N. Öztürk’e, S. Eraydın’a, M. Kara’ya şükranlarımla birlikte ,sağlıklı ömürler diliyorum.

Vicdanî ve ahlâkî olanın yerine teklif edilen değer ve davranışlar yüzünden, mâlî yetersizliğin sonucu olmak üzere ya hekimlerin (psikolog, psikiyatr, ve diğerleri), ya da hâkimlerin kapısına itilen insana-- şarlatanlara yakalanmamak şartıyla-- tasavvufun verecekleri olduğunu söylemek isterdim.

Ve,

Beni bende demen bende değilim,

Bir ben vardır bende benden içeru.

diyen Türkmen kocasına, bu hikmeti Farsça söyleyen Mevlâna’ya, çektikleri çilenin örtülenen anlamını, bâtınını kavramaya çalışarak yaklaşmak üzere, beraber yola çıkmak isterdim. Saygılarımla…

Uluslararası Mevlâna Bilgi Şöleni, (Bildiriler). Kültür Bak., Yay., s.29-36, Ank., 2000.

 görüntüleniyor

TÜRKİYE İLİM ve EDEBİYAT ESERİ SAHİPLERİ MESLEK BİRLİĞİ

İLESAM GENEL MERKEZİ

Adres

:

İzmir 1.Cad. No: 33/16  Aydın Apartmanı, Kat:4  Kızılay / ANKARA

Tel

:

0 312 419 49 38

Faks

:

0 312 419 49 39

Web

:

www.ilesam.org.tr

E-Posta

:

ilesam@ilesam.org.tr

 Okunma Sayısı : 3996         06 Nisan 2016

Yorumlar

Yorum Yap

Adınız Soyadınız

Girilecek rakam : 826376

Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.