İLESAM CUMARTESİ SOHBETLERİ ve ŞİİR DİNLETİSİ “SURRE ALAYLARI” (1 Nisan 2017) “SURRE ALAYLARI” Edebiyatın, sanatın, kültürün, aktüel konuların buluşma noktası olan İLESAM Genel Merkezi’nde 1 Nisan 2017 tarihinde yeni bir etkinlik daha gerçekleştirildi. Program, İLESAM Genel Başkanı Mehmet Nuri Parmaksız’ın yaptığı açılış konuşmasıyla başladı. Mehmet Nuri Parmaksız “Azerbaycan Yazarlar Birliği ile yaptığımız anlaşma gereği Azerbaycan'da 330 İLESAM üyesi şairin şiirlerinden oluşan “Türk Şiirinde Aşk” antolojisi yayınlanıyor. Basımı bitmek üzere olan kitapta yer alan şairlerimizin şiirleri Azerbaycan Türkçesine çevrildi. Kitap basıldıktan sonra İLESAM olarak kitabı Türkiye'ye getirecek ve bedeli (10 .-) karşılığı şiiri olan üyelerimize ileteceğiz.” dedi. Parmaksız, yönetim kurulunca seçilen 20 yazarın hikâyelerinden oluşan bir başka kitabın da Azerbaycan Türkçesine çevirisinin yapıldığı müjdesini verdi. “Bunun yanı sıra, projemize hiç bir telif almadan katılan 11 İLESAM üyesinin ‘Esere Saygılı, Korsana Karşıyız’ temalı hikâyeleri kitaplaştırılarak 10.000 adet basıldı. Hikâye kitabı ‘Esere Saygılı, Korsana Karşıyız’ 3. Ulusal Slogan ve Logo Yarışması seminerlerinde öğrencilere hediye olarak dağıtılıyor.” şeklinde bilgi veren Mehmet Nuri Parmaksız “Bu yıl içinde İLESAM Ansiklopedimizi de hayata geçirmeyi planlıyoruz. Ansiklopedi kitapçılarda satışa sunulacak.” diyerek sözlerine “15 Nisan tarihinde etkinliğimiz olmayacak. 13 Mayıs’ta Türk Tarih Kurumu’nda Azerbaycanlı bir yazarımızın kitap tanıtımı programımızı gerçekleştireceğiz. Cumartesi Sohbetlerimiz ve Şiir Dinletilerimizin 2017 yılının ilk yarısını oluşturan bölümü 27 Mayıs tarihindeki programla noktalanacak.” cümleleriyle konuşmasına son verdi ve Prof. Dr. Münir Atalar’ı kürsüye davet etti. Prof. Dr. Münir Atalar kutsal emanetler, surre vakıfları, Hac yolu ve güzergâhı, Hac ve salgın hastalıklar, vergi sistemi başlıkları altında “Surre Alayları” konulu bir konferans gerçekleştirdi. Prof. Dr. Sayın Münir Atalar’a konuşma metnini bizlerle paylaştığı için teşekkür ediyor ve sizlerle aynen paylaşıyoruz: Her yıl hacc zamanı kutsal topraklar olan Hicaz’daki Mekke ve Medine şehirlerine para ve hediye gönderme geleneğine genel olarak Surre denilmektedir. Haremeyn’e; Mekke ile Medine’ye Surre gönderilmesi Abbasiler (750-1258) zamanında başlamış, Osmanlıların son zamanlarına (1919) kadar devam etmiştir. Halifeler içerisinde fırsat düşürdükçe Haremeyn halkına Surre gönderilmesi âdetini yerleştiren Abbasi Halifesi Mehdi’dir. Ondan evvel Haremeyn’e Surre gönderilmemiştir. Haremeyn’e ilk kez Surre gönderilmesi, Abbasi halifelerinden el-Muktedir Billah (908-932) zamanında 311/923-924 yılında âdet olmuştur. Muktedir Billah’ın göndermiş olduğu Surre’nin miktarı 315.426 flori altını idi. Bu halife, Haremeyn sakinlerine ve oranın ziyaretçilerinin yoksullarına bu miktar parayı her yıl göndermeyi âdet edinmişti. Fâtimîler (909-1171) Hicaz’ı kendilerine bağlamak amacıyla Haremeyn’e para göndermişlerdir. Eyyûbîler (1174-1250)’den sonra, Mısır’ı ele geçirmiş olan Memlûkler (1250-1517), Hicaz halkının sempatisini kazanmak için her sene Harameyn’e bir miktar zahire göndermişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu, bir imparatorluk olmakla beraber, hiçbir zaman emperyalist de olmamış, feth ettiği veya gittiği yerleri sömürmeyi düşünmemiştir. Aksine buralara, kendisinde olan her şeyi vermiş, kendi Anayurdu, çekirdeği olan Anadolu’yu ihmal bahasına oraları imara çalışmıştır. Bunun da sebebi, ele geçirilen Hıristiyan veya İslam ülkelerini birer vatan olarak benimsemeleri, oraları birer koloni olarak görmemeleri, buralarda yaşayan halka adalet, düzen götürmek istemeleridir. Çünkü İslam hükümdarları Allah’a karşı sorumludurlar. Halka sulh, sükûn ve adalet götürmek de Allah’ın emridir. Hicaz bir vilâyet, Mekke de bir emirlik idi. Vilâyetin, mülkiye teşkilatının ve orada bulundurulan askerî birliklerin masraflarını, kendi bölgelerinin gelirlerinden temin etmesi ve emirliğin de, bağlı bulunduğu hükümete belirli bir vergiyi ödemesi akla en evvel gelecek icâbât-ı tabiiyyeden olmasına rağmen, bunun aksine, hükümet, Hicaz vilâyetinin masraflarını tamamıyla kendi üzerine aldığı gibi, emirliğe de önemli bir miktarda para ve hediyeler göndermek an’anesine tâbi bulunurdu. İşte bu para, Surre-i Hümâyûn adıyla bilinirdi. Hazreti Peygamberin kaleminden kendine bir sorguç yaptırıp kavuğuna iliştiren Sultan Ahmed’den, Hz. Peygamberin türbesini yeni baştan yaptıran Sultan II. Mahmud’a, Peygamberinin müjdesi için İstanbul’u fetheden Fâtihten, fethedilen İstanbul’dan Peygamber köyüne ulaşan demiryolunu yaptıran Sultan II. Abdülhamid’e kadar süre gelen bir sevgi geleneğimiz vardır. Peygamberinin en ufak bir hatırasını yaşatmak isteyen bir milleti tarih bu şekilde not etmektedir. İslâm âlemi, Osmanlıları, Batı saldırganlığına karşı kendilerini savunan tek güç olarak görmüş ve pek çok devlet Osmanlılara bağlılıklarını Devlet-i Aliyye’nin son dönemlerine kadar sürdürmüştür. 1517 yılında Yavuz’un Kahire’de bulunduğu bir dönemde bir Portekiz donanması Mekke’ye saldırmak için Kızıldeniz’e girer. Mekke Şerifi tepelere kaçmaya hazırlanırken Hicaz halkı Osmanlı Amirali Kaptan Selman Reis’ten kendilerini yalnız bırakmaması için yardım isterler. Selman Reis, Mekke’nin iskelesi olan Cidde’yi Portekizlilere karşı savunarak onların kaçmasına sebep olmuştur. Yavuz Sultan Selim, Akdeniz donanması haricinde Süveyş’te Kızıldeniz donanması hazırlanması emrini vererek Kızıldeniz’de Osmanlı hâkimiyetini tescil ettirir. Artık Portekizliler ne Kızıldeniz’e girebilecek, ne de Cidde’ye Mekke’ye saldırabilecektir. Akdeniz’de ve Ege’de Rodos, Kıbrıs ve Girit’in fethedilmesinde, bu adalarda yaşayan şövalye ve korsanların hac gemilerine saldırmalarının büyük tesiri olmuştur. Hindistan’dan gelen hac yolcularına Portekizlilerin saldırmaları üzerine Kızıldeniz ve Akdeniz’in birleştirilmesi için Süveyş Kanalı’nın ilk açılma çalışmaları da bu dönemde yapılmış ancak muvaffak olunamamıştır. 1917’lerde bu topraklardan mukaddes beldelere son Surre alayı yola çıktı ve o gün bu gündür Surre alayı bu coğrafyada görülmez oldu. Doksan yılı aşkın bir süreç öncesinde evvel İstanbul’dan Mekke’ye uzanan bu gönül köprüsünü bir makalenin sayfaları, satırları içerisinde yeniden kurmak o şaşalı günleri, o görkemli yılları yeniden yaşamak; o yılların hatırasını Surre alaylarının heyecanıyla bir nebze olsun yaşatmak maksadıyla bu yazımız kaleme alınmıştır. Surre ile alakalı hatalı bilgiler bir yana en büyük noksanlığımız kültürümüzün bu mühim öğesini gelecek kuşaklara aktarmakta ve günümüz insanına öğretmekte geç kalmış olmamız olsa gerektir. Surrenin anlamı; “içine akçe konulan kese” iken; yüzlerce yıl içinde ayrılık çeşmesi, hacı kervanları, mahmil alayları, feraşet çantaları, Medine-i Münevvere’nin tozu toprağı, hacıların sevinç gözyaşları, tarihsiz ıtır kokuları, mevlid-i şerifler, top sesleri, bir bir çileli yolculuklar, ibadetler, dualar ve daha nice güzelliklerle çoğalıp zenginleşmiştir. Surre, padişahın mektubunu (Nâme-i Hümâyûnu’nu), Arafat’ta hac vazifesini tamamladıktan sonra Mina’da bayramlaşmaya duran hacılara ulaştırmak ve bu bayram sevincini bütün dünya Müslümanlarıyla paylaşmak isteğidir. Fethinin ardından Osmanlı imparatorluğu’nun başkenti olan İstanbul’da Surre alayının hazırlanması ve yola çıkması, zaman içinde şehrin en renkli geleneklerinden biri haline gelmiştir. Mekke ve Medine’nin kutsallığına inanan Osmanlılarla İslâm hükümdarları, bu kutsal yerlerde oturan fakirlerle (Çöl Arapları, Urbân), Haremeyn-i Şerifeyn’de hizmet eden imam, müezzin, kayyım, ferrâş vesaire din görevlilerine Mekke ve Medine emirleri ile diğer görevlilere ve delillere her sene hac mevsimi yaklaşınca çeşitli hediyelerin yanı sıra paralar göndermişlerdir. Bu davranışları bu yerlere olan sevgi ve saygılarından doğmakla beraber, aynı zamanda kendilerinin şan ve otoritesini (saygınlığını) de simgeliyordu. Bu ikinci hususun, siyasî yönden ayrı bir önemi vardır. Surre demek, aynı zamanda kâbe örtüsü, Kisve-i Şerif (sitare, pûşîde) demektir. Kâbe’nin yeni örtüsüne kavuşmasıdır. Yıl boyunca inceden inceye göz nuru ve dualarla örülen Kâbe örtüsü, yani Kisve-i Şerif, Surre kervanının her yıl taşıdığı mukaddes emanetlerden biri olur. Kervanda başka örtülerde taşınmaktaydı. Yine kervanda Mekke’de, Medine’de yaşayan akrabalara gönderilen hediyeler de vardır. Deriden yapılmış Ferâşet çantalarında taşınan emanet, Haremeyn’in temizliğini yapan mü’minlere ulaşır, Hicaz toprağından kopamayan anneler, babalara, eşe-dosta selamlar, mektuplar, havadisler yollanır. Surre-i Hümâyûn’un gönderilmesindeki en mühim hadise, Surre Alayı törenleridir. Padişah, Sadrazam ve diğer devlet ricâlinin katıldığı bu törenler, 1864’e kadar Topkapı Sarayı’nın Has Bahçesinde, o tarihten itibaren Dolmabahçe Sarayı önünde yapılmıştır. Halktan büyük bir coşku ile bu törenleri izleyenler olduğu gibi, törene katılanlar da olurdu. Bu törenler, İstanbul’un Üsküdar yakasında tekrar edildikten sonra Alay yola çıkardı. Surre alayının İstanbul’dan yola çıkması sırasında yapılan tören de son derece renkli idi. Kutsal topraklara gidecek hediyelere İstanbul halkı da katkıda bulunurdu ve surre alayı saraydan çıktığında muazzam bir halk kitlesi onu seyretmek için sokaklara dökülürdü. Günümüz İstanbul’unda yaşatılan pek çok folklorik öğe ve müzelerimizde saklanan Kutsal Emanetler surre alayı geleneğinin bir uzantısıdır. Bu alay ile gönderilen hediyelerin taşınması için “surre devesi” denen bir deve özenle süslenir, Kabe Örtüsü (sitâre, kisve, pûşîde) ve Kabe’nin altın yağmur oluğu (mızâb-ı rahmet), bölge halkına gönderilen hediyelerle birlikte bu deveye yüklenirdi. İstanbul-Şam (Bağdat-Hicaz) yolunun ilk menzil noktası olan Ayrılık Çeşmesi XVII. yüzyıl başında Kızlarağası Gazanfer Ağa tarafından bir namazgâhla birlikte yaptırılmış, Osmanlı tarihine damgasını vurmuş meşhur bir mekândır. Surre alayı ile Üsküdar’dan ayrılan hac yolcuları, Anadolu’dan Şam’a, Medine’den Mekke’ye kadar dualarla yol alırlar ve ibadet neşvesi içinde menzillerinden asla geri kalmak istemezlerdi. Gittikleri yerlere de çil çil altınlar serpen bu dua kervanının tek bir maksadı vardı. Hiçbir kimseye ve hiç bir beldeye külfet etmeden Allah’ın davetine koşmak, yeryüzünün merkezi Kâbe’ye sağ salim ulaşmak... Onun için bu kutlu kervan geçtiği her şehirde, ziyaret ettiği her beldede, sevinçle karşılanır ve hürmetle uğurlanırdı. Surre Alayının ve seferden dönen orduların payitahtı (başkenti) ziyarete gelen önemli misafirlerin karşılanma mekânı olan Selam Çeşmesi ise yine Bağdat Yolu üzerinde, biraz daha ilerdedir. “Mekke ve Medine’ye her yıl gönderilen para ve hediyeler” şeklinde tanımlayabileceğimiz Surre, Osmanlı Devleti’nin hazinelerinden büyük harcamaları gerektirmiştir. Önceleri düzensiz ve güzel bir âdet niteliğinde olan Harameyn’e Surre gönderme geleneği, Yavuz’la birlikte her yıl gönderilmesiyle süreklilik ve resmiyet kazanmış, sonra da Kanunî devrinde Surre gönderme olgusu zirveye çıkmıştır. Surre konusunun dayanağını teşkil eden Surre Defterleri’nin, ait olduğu dönemin ekonomik durumunu aydınlatması bakımından ayrı bir önemi vardır. Bu açıdan bakıldığında, Surre konusunun, iktisat tarihi ile uğraşanları yakından ilgilendirmektedir. Surre alaylarının teşkil edilmesi bu alaylarla gönderilecek para ve hediyelerin nerelere ne miktarda ulaştırılacağı, ulaştırılan hediye ve paraların kimlere verileceği gibi hususlar Surre defterlerine işlenmiştir. Bugün pek çoğu Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde bulunan bu defterler, surenin hangi yılda, nereden nereye ve ne miktar gönderildiğini; gönderildiği bölgede sureden kimlerin ve hangi zümrelerin ve ne miktar pay alacaklarını gösteren defterlerdir. Bu defterler, 1601-1909 yılları arasını kapsayan 4170 adet defteri içeren bir katalogda toparlanmıştır. Surre defterleri hac yolunda kafilenin salimen gidip gelmelerine yardımcı olan oymakların isimlerini ve aldıkları yardım miktarlarını belirten bir tür dağıtım (tevziat) defteri özelliğini taşımaktadır. Osmanlı Devleti, an’aneye ve eldeki vakıflara uymak suretiyle her sene Surre’yi düzenli olarak göndermiş bin bir güçlük ve darlık içinde bile buna riâyette kusur etmemiştir. Özellikle Sultan Abdülmecid döneminden itibaren sık sık yaşanan ekonomik buhranlara rağmen surre gönderme âdeti asla terk edilmemiş, Avrupa gazetelerinde Osmanlı Devleti’nin surre gönderemeyeceği yönündeki iddialara, dönemin resmi gazetesi olan Ceride-i Bahriye’de sık sık çıkan haberlerle cevap verilmiştir. Mekke’ye değin Surre gönderilmesi, I. Dünya Savaşı içinde Mekke Emîri Şerîf Hüseyin Paşa (1853-1931)’nın 1334/1916 senesinde isyan etmesinden bir yıl evveli (1333/1914-15)’ne kadar devam etmiş ve sonra Medine’ye ve 1335/1916-17 senesinden itibaren zevâhiri muhafaza için Şam’a kadar gönderilmiş ve tabiî olarak orada kalmıştır. Buna rağmen son Osmanlı hükümdarı Mehmed VI. (Vahdeddin) (1918-1922), Arabistan ve hatta Suriye ve havalisinin elinden çıkmış olmasına rağmen, Halife sıfatıyla yine eskisi gibi gönderilmesini irade eylemiştir. Son halife Abdülmecid Efendi, 1923-1924 yıllarında bu surre geleneğine son vermiştir. Surre-i Hümâyûn’un güvenlik ve esenlik içinde mahalline ulaştırılması, Surre Emini denilen kişinin görevidir. Kafilede bulunan Cürde askeri dediğimiz görevli güvenlikten sorumlu idi ve hafif süvari askeri idi. Bu görevli, Surre törenlerinden hemen sonra İstanbul’dan ayrılır, Surre Emânetlerini Haremeyn’de ilgililere teslim eder ve hac farîzasını da yerine getirdikten sonra geri dönerdi. O zamanlar surre eminliğinin bir çok talibi bulunduğundan, bir sene subaydan, bir sene mülkîyeden (ilmiye) olmak üzere iki meslekten; doğruluk ve dindarlıkla tanınmış kişiler arasından dönüşümlü olarak (münâvebe ile) surre emini seçilir (intihâb) ve tayin edilirdi. Surre emini kervanın en başında, elinde Nâme-i Hümâyûn’la yürür, menzilleri dualarla alaylarla gelip geçer. Hızla gelip geçer Üsküdar’dan, Rodos’tan, Beyrut’tan, Şam’dan, Hicaz’dan... Anadolu’da, Şam’da, Kudus’te, Mekke’de, Medine’de gittiği her vilâyette Surre’leri birer birer sahiplerine dağıtır. Hâdimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn olan Osmanlı Padişahı ve İslam Halifesi adına yol alır ve hürmet görür. Surre emininin bir kethüdası, bir katibi olurdu. Bunlarda irade ile atanırlardı. Bunlardan başka saraydan hazine muhafızı, haftan ağası ve müjdeci başı ünvanları ile üç memur seçilir ve gönderilirdi. Evkaftan da bir imam yanlarına katılırdı. Akkâmlar da surrenin önemli bir unsuru idi. Surre emininin evini süslerler, bu evin önünde ve yollarda davul ve nakkâreler çalarak bir çok oyunlar oynar ve hünerlerini gösterirlerdi. Şam ahalisinden olan bu akkâmlar surre ile beraber gidip gelirler. Yollarda surrenin ve hacıların her işini gören kimselerdir: Bunlar da tahtırevancı, mahveci, hazineci, çadırcı, meşaleci ve saka denen altı kısma ayrılır. Hepsinin başı olan, emreden, sorumu kişiye de Akkambaşı denirdi. Surre kafilesinde mütehassıs (uzman) doktorlar (tabîb-i hâzık) ve ecza (ilaç) sandıkları bulunuyordu. Ayrıca kafileyi bulaşıcı hastalıklardan korumak için, şüpheli kişiler, gemiler ve mallar geçici olarak tecrit ediliyordu. Hacılar temizlendikten (tathir olunduktan) sonra yani bir nevi karantina (tahaffuzhane)’ya alınıyordu. Surre kervanı her yıl ramazandan önce İstanbul’dan, Saray-ı Hümâyûn’dan yola çıkmış ve Mekke’ye kadar uzanan kutlu yolculuğunu Kurban Bayramı ile tamamlamıştır. Karadan develerle, denizden gemilerle, demiryollarından trenlerle geçip giden kervanın, yüzyıllardır sevgi ve kardeşliğe büyük katkıları olmuştur. Farklı coğrafyalardan ve farklı meşreplerden gelen Müslümanlar bu kervanla kaynaşmış ve yekvücut olmuşlardır. Elbette Surre kervanlarının bedevilerin tacizlerinden nasibi alacak kadar uzun ve problemli yolculukları da olmuştur. Surre Alayı’nın yolu, zaman zaman değişikliğe uğramıştır. Elimizdeki belgelere göre bunu; biri Tanzimat’tan evvel, ikincisi sonra olmak üzere belli başlı iki kısma ayırmak mümkündür. Tanzimat’tan evvel hatta ondan bir müddet sonraya, 1281/1864 senesine kadar Surre Alayı, karadan katır ve develerle gönderilmiştir. O tarihten itibaren denizden vapurla gönderilmeye başlanmış ve bu durum 1908’lere değin sürmüştür. 1908’den sonra Hicaz Demiryolu’nun yapılmasıyla da Surre, trenle gönderilmiştir. Alay, Şam ve Mekke’ye ulaştığında, buralarda ayrı ayrı karşılama törenleri yapılmaktadır. Alay’ın sağlık ve esenlik içinde İstanbul’a dönmesi münasebetiyle de, İstanbul’da yine törenler yapılırdı, mevlid okunurdu. Bu törenlere mevlid alayı denirdi. 1253/1837 yılında karayolu ile hacca gidiş gelişte surre emini tarafından kaleme alınan yolculuk masraf defterine göre, İstanbul/Taksim - Kartal’dan hareket eden surre alayının, bir başka deyişle Hacc Kervanı’nın, Mekke’ye kadar gidişte, şu güzergâhı tâkip ettiğini görüyoruz. Kartal - Gekbûze (Gebze) - İznikmîd (İznik) – Sabanca – Akhisar - Lefke (Osmaneli) – Vezirhan – Söğüd – Eskişehir – Seyyidgâzi - Hüsrev Paşa Hanı - Bayat-Bolavadin – İshaklu – Akşehir – Ilgun – Lâdik – Konya – Şevmere – İsmil - Karapınar-Ereğli – Ulukışla - Nikhan - Gülek Boğazı – Kuzuluhanı – Kütüklü – Adana – Misis - Kurt Kulağı-Payas - Balan (Belen) – Antakya - Hacı Paşa Mezra’ası - Şuğul (Şuğur olması gerekir) - Madik Kal’ası – Hama – Hums - İki Kapulu Han-Nebk (Benik) - Kudeyfe-Şam-ı Şerif – Muzayrib -Ma’an - Âsî Hurma - Pulka-i Mu’azzama – Cudeyre - Bedr_i Huneyn – Râbiğ – Medine-i Münevvere ve Mekke-i Mükerreme. 1307/1889 tarihli Sülkeyman Şefik Söylemezoğlu’nun Hicaz Seyahatnamesi isimli eserine göre İstanbul Dolmabahçe Sarayı’ndan çıkan ve deniz yolu ile giden surre alayının Beyrut’a kadar uğradığı yerler ve adları şöyledir: Beşiktaş - Paşakapısı (Üsküdar) – Harem – Gelibolu – Çanakkale – Bozcaada – Midilli – Sakız – Sisam – Rodos – Kıbrıs - Beyrut. Surre Emini Memduh Bey’in 1335/1916 tarihli Sultan Reşad’a sunduğu bir rapora göre, trenle giden surrenin yolu şöyledir: Haydarpaşa – Konya – Halep – Şam - Der’a – Medine - Mekke. Mekke ve Medine’ye Surre göndermenin en başta gelen amaçlarından biri, bu kutsal beldeye olan saygıyı kanıtlamak ve iyiliğe karşı Allah tarafından verilecek mükafâtı kazanmak amacına yöneliktir. Surre ve Mahmil göndermenin ikinci bir amacı, Muhtelif İslam Devletleri’nin bağımsızlık ve hükümranlık iddialarını sembolize etmesidir. Bu anlamı ile Surre ve mahmil gönderme görevi, tarihi bir kıymet ifade etmektedir. Çünkü siyasal değişmeleri ve asırlar boyunca vuku bulan rekâbetleri aksettirirler. Surre ve Mahmil göndermek suretiyle, şeriflere, otorite ve koruyuculuk sıfatlarını kabul ettirmek isteyenler meydana çıkmış, çok geçmeden onların yerini başkaları almıştır. Yolların güvenliğini sağlamak ve Çöl Araplarının (Urbân’ın) Hacc kafilelerini vurmalarını önlemek için de Surre gönderilmiştir. Hacc yolu üzerindeki bu gibi kâbilelerin özel Surre’leri vardı. Buna Urbân Surresi denirdi. Mekke ve Medine’ye Surre gönderilmesinin dolaylı yoldan bir diğer gâyesi de, Osmanlı Devletindeki saltanat değişikliğinin Haremeyn sakinlerine duyurulmasıdır: Mehmed III. zamanında, Kahire’de Kâbe örtüsü gönderileceği gün, tören sırasında bu padişahın vefat ederek yerine Ahmed I.’in geçtiği haberi gelmiş, bu padişah değişikliği üzerine, padişah isminin değiştirilmesi zarurî olduğundan Mehmed III.’in isminin yerine Ahmed I.’in adı işlettirilmiştir. Ayrıca, Osmanlı hükümdarlarının her birinin tahta cülûslarında yeni padişahın hükümdarlığının, Nâme-i Hümâyûn’larla civar ve komşu ülkelere doğrudan duyurulduğu bilinmektedir. Surre, Mekke ve Medine’de, Surre ve hacı sadakası ile geçinen, bütün yıl hiç çalışmayan bir zümrenin doğmasına da sebep olmuştur. Böylece bu iki şehir, hatta bütün Hicaz, tüketici bir bölge haline gelmiştir. Bu husus, bölgedeki Arap toplumu üzerinde Surre’nin olumsuz etkisidir. Surre, Mısır Hazinesi’nden ve Haremeyn Evkafı’ndan tayin edilirdi. Bunlardan başka Sultanlar, kadı efendiler, paşalar, vezirler, zengin kişiler (hayır sâhipleri) de katılırdı. Devamlı bir şekilde Devlet gelirlerinden alınan paralar, Mısır Hâzinesi ve Sultan Atiyyesidir. Mısır Hazinesi ise, Osmanlı Devlet Hazinesini oluşturan iki hâzineden (Enderûn ve Birûn) Enderûn Hazînesi’ne tâbidir. İşte Surre, Enderûn dediğimiz bu “İç Hazîne”den ayrılmaktadır. 1587’de Haremeyn Evkaf Nezâreti’nin kuruluşuyla, bu nezâretin yönetimini ellerine alan Dârü’s-Saâde Ağaları tarafından, tayin olunan surrelerin, Evkâf Nezâreti’nden tahsîli cihetine gidilmiştir. Sultan ve diğer kişilerin vakıfları Surre’nin esasını teşkil etmektedir. Bunlar da han, hamam, dükkan, imâret ve bazı köylerin evkâfından alınan irâdlardır. Bütün bu para ve hediyeler, Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli yörelerinden gönderilmiş olup, İstanbul’da toplanarak Surre Alayı ile birlikte Hicaz’a giderdi. Hz. Peygamberin Hırka-i Saâdeti’ne dahi asırlarca gösterilen ihtimam dikkate alındığında, bu milletin Mekke ve Medine’ye yaptıkları hizmetler daha iyi anlaşılacaktır. Mekke’yi korumak için yapılan Ecyad, Fülfül, Hind kaleleri, Medine’ye yapılan surlar, Haremeyn’e yapılan onca karakolhane, kışla, bu muhafaza duygusunun birer timsalidir. Onca hastahane, misafirhane, hacılara yardım için çabalayan Osmanlı eserleridir. Medine’de Cennetü’l-Baki’ye, Mekke’de Cennetü’l-Mualla’ya yaptırılan kubbeler Hz. Peygamberin ve dört halifenin evlerinin korunması Asr-ı Saâdet’teki hatıraları yaşatan mescidlerin ayakta tutulması hep bu sevginin gereğidir. Osmanlı Padişahı ve halkı tarafından gönderilen para ve kıymetli eşyaları Mekke ve Medine’ye götüren Surre alayı, âdeta Haremeyn’in Hâdimi olmanın ete kemiğe bürünmüş hali gibidir. Gönderilen paralarla hac yolu üzerinde doğru dürüst geçim kaynağı olmayan ve eşkıyalık yapmaya müsait insanların şakîlik yapmalarına mâni olunarak, hac kervanlarının güven içerisinde yüzyıllarca gidip gelmeleri sağlanmıştır. Aç insandan her türlü zararın gelebileceğinin farkında olan bir medeniyet, gerek imarethaneler gerekse sadaka taşları gibi pek çok sosyal müessesesiyle sosyal barışı sağlarken öte yandan da hac yolunun emniyeti için tehlikenin baştan çözülmesi yoluna gitmiştir. Hac yolu üzerinde zaman zaman nahoş hadiseler cereyan etmişse de yüzyıllarca süregelen bir yolculukta bu vakalar istisna kabilindendir. Dünya Savaşı’nın sonlarında Medine’nin boşaltılmasına karar verilince kaybolma ve yağmalanma tehlikesine karşı surre alaylarıyla Mekke ve Medine’ye gönderilen hediyelerin bir kısmı mukaddes emanetlerle birlikte Medine Müdafii Fahreddin Paşa tarafından Topkapı Sarayı’na gönderilmiştir. Bu eserlerin çoğu bugün Topkapı Sarayı Müzesi Hazine Bölümü’nde muhafaza edilmektedir. Bugün ülkemizdeki bazı selâtin camilerinde Kâbe örtülerinin bulunması, saraylarımızda ve evlerimizde bu mukaddes örtülerden parçalar saklanması hep Hicaz’a, Kâbe’ye, Ravza-i Mutahhara’ya duyulan özlemin, sonsuz hürmet ve sevgisinin birer küçük nişanesidir. Surenin dönüş yolunda taşıdığı emanetler, Kâbe’nin kapı perdesi, kisve-i şerif parçaları, Medine’den gönderilen örtüler, gözyaşlarıyla süslenmiş mektuplar daima birer mukaddes emanet gibi karşılık görür ve Peygamber Efendimizin şehit komutanı Eyüp Sultan Hazretlerinin huzuruna çıkılarak dualar, tekbirler ve ilahilerle bu dönüş, bu muhteşem buluşma taçlandırılırdı. Genellikle padişahında hazır bulunduğu Sultan Ahmed Camii’nde 12 Rebiülevvel’e tesadüf ettirilen bu dönüş kutlamalarında, hacıların salimen geliş haberini padişaha ve cemaate ulaştıran müjdeleyiciye atiyyeler ihsan edilirdi. Mevlid icra olunurdu. Mekke ve Medine’nin onarım ve bakımı; Sultan bağışlarıyla yaşayan çeşitli Arap göçebelerinin iâşeleri, İstanbul’dan Mekke’ye ulaşan yolun bakım ve onarımı, Şam’dan Medîne ve Mekke’ye kadar suyollarının, su ve yiyecek depolarının onarımı, Surre Emini tarafından her yıl götürülen büyük paralar ve hediyeler, Mısır ve Suriye’den temin edilmesi gerekli hubûbat, Cidde ve civarının kamu gelirlerinin kullanımı ve nihayet bir muhâfız birliği eşliğinde, Arap çöllerinde hacıları götürmek için görevli Şam Paşa’sının yürüyüşü, vakıf medreseler, gönderilen yazma eserler, bütün bunlar İmparatorluk hazinesine her yıl çok büyük masraflara yol açmıştır. İstanbul’da törenler için yapılan giderler de bunlara eklendiğinde, masraflar daha da artmaktadır. Anadolu’dan binlerce kilometre uzaktaki bu topraklara yapılacak imar faaliyetlerinde bölgede yeterli sayıda mühendis ve işçi bulunmayışı, nakliye masrafları, bölgenin iklimine uygun bina yapılmasının güçlüğü gibi zorluklarla karşılaşılmıştır. Bütün bunlara rağmen Haremeyn’in kutsiyetinden dolayı yapıların en kaliteli malzemeden inşası için elden gelen bütün fedakârlık yapılmış, bazı malzemeler Anadolu’dan kilometrelerce yol alarak mukaddes beldelere ulaştırılmıştır. Sosyal, ekonomik ve siyasî yönleriyle surre, Osmanlı toplumu içinde son derece ilgi çekici ve canlı bir kurum olma niteliğini taşımaktadır. Türk-Arap ilişkilerini kapsar. Bu ikili ilişkilerin şimdiye değin istenilen şekilde gelişememesinin ana sebebi, yanlış bir kültür anlayışından ve temelsiz tarih bilgisinden kaynaklanmaktadır. İşte, işlemeye çalıştığımız surre konusundan da anlaşılmaktadır ki, Osmanlılar, Arap ülkelerini sömürme ve koloni haline getirme gibi, herhangi bir emperyalist düşünce ve teşebbüse aslâ sahip olmamışlardır. Esasen, Osmanlı Devletinin devamlı olarak güttüğü politika, yönetimi altında bulunan değişik din, mezhep ve ırklara mensup insanları sömürmek değil, aksine onlara hizmet etmekti. Nitekim, doğu ve batıdaki günümüze ulaşan, Osmanlı Devri tarîhî eserler, bu fikrimizi desteklemektedir. Türk-Arap ilişkilerini, ortak din ve kültürün toplayıcı ve birleştirici etkisi altında, tek bir vücut imişçesine, kardeşçe, eşit düzeyde ortak bir yaşam, hatta özveri simgelemiştir. İçinde bulunduğumuz XX. yüzyılda bile, uluslararası ilişkilerde böylesine bir hoşgörü ve özveri düzenine rastlamak güçtür. Türk-Arap yakınlığının köklerini ortak kültürde, benzer âile yapısında ve ortak paylaştığımız birçok sosyal değerlerde bulmak mümkündür. Biz, hepimiz, ortak değerleri olan bir medeniyeti oluşturmaktayız. Bu medeniyet, İslam Medeniyetidir ve Türklerle Araplar arasında mevcut en kuvvetli bağdır. Türkler, Araplar ve diğer Müslümanlar, tarihimizi, toplumlarımızın görgü ve yaşayışını, başkalarının, yani Batılıların gözü ile görmekten vazgeçerek, kendi ölçülerimiz ve değerlerimiz açısından ele alarak, o şekilde incelememiz ve anlamamız gerekmektedir. Bunun zamanı, çoktan gelmiş ve geçmektedir. Aksi takdirde oryantalistler kalkıp da: “—Osmanlılar eski Arap ülkelerini sömürge yaptılar, sömürdüler” dedikleri zaman, buna kimi bilim adamları bile inanabilmektedir. Hiçbiri kalkıp da: “—O devirde sözü edilen ülkelerde sömürülecek ne vardı? Hangi servet kaynakları mevcuttu da sömürüldü? Petrol mü?” diyemiyor. Hiç kimse: “—Osmanlılar almadılar, üstüne üstelik asırlarca hep verdiler diyemiyor. “—Hangi sömürgeci devletin parlamentosunda sömürge milletvekilleri bulunur? Avam kamarasında Hindistan mebusları var mıydı? Fransa Millet Meclisi’nde Çin Hindi temsil ediliyor muydu? Ama açıp bakın, Osmanlıların Mebusan Meclislerinin listelerini: ... Sömürge olduğu iddia edilen tüm bu Arap ülkeler, her sancağı ile Anavatan gibi kendi milletvekilleri tarafından temsil edilmişlerdir” demiyor. Osmanlı bütçelerine, “sömürge” denilen eyâletlerin gelirlerinden, —onlar için— üçer, dörder kat fazla ödenekler konulmuştur. Ne zaman Türk-Arap ilişkileri gündeme gelse, birçoğumuz ve özellikle yetkililerimiz, hemen tarihî bağlardan söz etmektedirler. Bunun anlamı: Arapların yüzyıllar boyu Osmanlı hâkimiyetinde yaşamalarıdır. Birçok Arap aydın ve milliyetçisinin, bu tarihî bağları artık anımsamak istemediğini unutmamalıyız. Daha önce de değindiğimiz gibi, ilişkilerimizde, manevî ve kültürel bağlar unsuru, her halde tarihî bağlardan çok daha yakınlaştırıcı olabilir. Osmanlı Devleti’nin, idari işlerde kullandığı dilin Türkçe olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak, Arap ülkelerinde geniş çapta Arapça da kullanılmış ve böylece Arapça’nın gelişmesi sağlanmıştır. Başbakanlık Arşivi’ndeki (Hicaz’a gönderilen) Nâme Defterleri, Arapça “Nâme-i Hümâyûn” örnekleri ile doludur. Dört yüz yıllık bir süre ile Türkler ve Araplar öz dillerini ve millet olarak ayrı benliklerini korumakla beraber, tek bir devlet içinde birleşerek siyasal bir bütün, bir vahdet içinde yaşamayı başarmışlardır. Bu durum, inkâr edilemez bir gerçektir. Çalışmalarımız sırasında dikkatimizi çeken bir husus da şudur: Osmanlı Padişahlarından hacca giden hiç kimse olmamıştır. Buna sebep, bu iş o vakitler aylarca zamana mütevakkıf olduğu için, herhalde vakit ayrılamamasıdır. Son padişah VI. Mehmed Vahdeddin, hükümdarlıktan düştükten sonra Hicaz’a gitmişse de, haccetmemiştir. Diğer hiçbir padişah, değil hacca gitmek, Hicaz’a ayak bile basmamışlardır. Yavuz bile Hicaz’a ayak basmamış, Hicaz’ı Mısır’dan fethetmiştir. Şehzadelerden yalnız Sultan Cem haccetmiştir. Hacceden başka hiçbir şehzâde yoktur. Kanaatimiz, padişahların, devletin başından ayrılmalarının, devletin güvenliği açısından sakıncalı olacağı düşüncesiyle padişahları, bu görevden alıkoyan bir fetvanın verilmiş olabileceğidir. Prof. Dr. Münir Atalar’a katılımlarından dolayı İLESAM Haysiyet Kurulu Başkanı Hanifi Işık tarafından bir Teşekkür Belgesi takdim edildi. Selahattin Dündar’ın (Âşık Dündar) sunumuyla devam eden “Şiir Dinletisi” birbirinden güzel şiirlere ev sahipliği yaptı. Dinleti de Hz. Muhammed, bahar, gözler, anne, Kerkük, direniş, huzur, Yozgat, şehit, vatan, Türkiye, şiir, sevgi, gönül temalı şiirler güne güzellik kattı. Etkinliğe Hanifi Işık, Sevinç Doğancan Güven, Bekir Yeğnidemir, Musa Ay, Münir Atalar, Nehir Erkan, Aida Zeynalova, Orhan Vergili, Tülin Hatun Şenel, Merih Baran, Halil Yazanel, Orhan Altun, İbrahim Yaman, Nevin Balta, Ahmet Kınık, Nurettin Gür Ozanoğlu, Niyazi Bali, Songül Dündar, Sibel Unur Özdemir, Ali Kemal Parıldar, Cahit Karaç, Hüseyin Ünlü, Seyfettin Çoban, Abdurrahman Küçük, Mehmet Tamer, Bayram Yelen, Ozan Elifçe, Mehmet İleri, Hüseyin Gürsoy, Ali Haydar Karahacıoğlu, Fevzi Gökalp, Şükrü Kaya, Hayrettin Gültekin, Durak Turan Düz, İbrahim Aydoğan, Mahir Ünat, Âşık Dudai, Murat Duman, Anbar Silaoğlu da katıldı. Güzel bir Cumartesi etkinliği daha anılardaki yerini aldı. İLESAM Şiir Dinletilerimize şiire, sanata ve kültüre gönül veren herkesi- üyemiz olsun veya olmasın-bekliyoruz. Unutmayın! Haber Metni: Sibel Unur Özdemir Fotoğraflar:Sibel Unur Özdemir & Orhan Vergili TÜRKİYE İLİM ve EDEBİYAT ESERİ SAHİPLERİ MESLEK BİRLİĞİ İLESAM GENEL MERKEZİ Adres : İzmir 1.Cad. No: 33/16 Aydın Apartmanı, Kat:4 Kızılay / ANKARA Tel : 0 312 419 49 38 Faks : 0 312 419 49 39 Web : www.ilesam.org.tr E-Posta : ilesam@ilesam.org.tr
İLESAM CUMARTESİ SOHBETLERİ ve ŞİİR DİNLETİSİ
“SURRE ALAYLARI”
(1 Nisan 2017)
Edebiyatın, sanatın, kültürün, aktüel konuların buluşma noktası olan İLESAM Genel Merkezi’nde 1 Nisan 2017 tarihinde yeni bir etkinlik daha gerçekleştirildi.
Program, İLESAM Genel Başkanı Mehmet Nuri Parmaksız’ın yaptığı açılış konuşmasıyla başladı.
Mehmet Nuri Parmaksız “Azerbaycan Yazarlar Birliği ile yaptığımız anlaşma gereği Azerbaycan'da 330 İLESAM üyesi şairin şiirlerinden oluşan “Türk Şiirinde Aşk” antolojisi yayınlanıyor. Basımı bitmek üzere olan kitapta yer alan şairlerimizin şiirleri Azerbaycan Türkçesine çevrildi. Kitap basıldıktan sonra İLESAM olarak kitabı Türkiye'ye getirecek ve bedeli (10 .-) karşılığı şiiri olan üyelerimize ileteceğiz.” dedi.
Parmaksız, yönetim kurulunca seçilen 20 yazarın hikâyelerinden oluşan bir başka kitabın da Azerbaycan Türkçesine çevirisinin yapıldığı müjdesini verdi.
“Bunun yanı sıra, projemize hiç bir telif almadan katılan 11 İLESAM üyesinin ‘Esere Saygılı, Korsana Karşıyız’ temalı hikâyeleri kitaplaştırılarak 10.000 adet basıldı. Hikâye kitabı ‘Esere Saygılı, Korsana Karşıyız’ 3. Ulusal Slogan ve Logo Yarışması seminerlerinde öğrencilere hediye olarak dağıtılıyor.” şeklinde bilgi veren Mehmet Nuri Parmaksız “Bu yıl içinde İLESAM Ansiklopedimizi de hayata geçirmeyi planlıyoruz. Ansiklopedi kitapçılarda satışa sunulacak.” diyerek sözlerine “15 Nisan tarihinde etkinliğimiz olmayacak. 13 Mayıs’ta Türk Tarih Kurumu’nda Azerbaycanlı bir yazarımızın kitap tanıtımı programımızı gerçekleştireceğiz. Cumartesi Sohbetlerimiz ve Şiir Dinletilerimizin 2017 yılının ilk yarısını oluşturan bölümü 27 Mayıs tarihindeki programla noktalanacak.” cümleleriyle konuşmasına son verdi ve Prof. Dr. Münir Atalar’ı kürsüye davet etti.
Prof. Dr. Münir Atalar kutsal emanetler, surre vakıfları, Hac yolu ve güzergâhı, Hac ve salgın hastalıklar, vergi sistemi başlıkları altında “Surre Alayları” konulu bir konferans gerçekleştirdi.
Prof. Dr. Sayın Münir Atalar’a konuşma metnini bizlerle paylaştığı için teşekkür ediyor ve sizlerle aynen paylaşıyoruz:
Her yıl hacc zamanı kutsal topraklar olan Hicaz’daki Mekke ve Medine şehirlerine para ve hediye gönderme geleneğine genel olarak Surre denilmektedir.
Haremeyn’e; Mekke ile Medine’ye Surre gönderilmesi Abbasiler (750-1258) zamanında başlamış, Osmanlıların son zamanlarına (1919) kadar devam etmiştir. Halifeler içerisinde fırsat düşürdükçe Haremeyn halkına Surre gönderilmesi âdetini yerleştiren Abbasi Halifesi Mehdi’dir. Ondan evvel Haremeyn’e Surre gönderilmemiştir. Haremeyn’e ilk kez Surre gönderilmesi, Abbasi halifelerinden el-Muktedir Billah (908-932) zamanında 311/923-924 yılında âdet olmuştur. Muktedir Billah’ın göndermiş olduğu Surre’nin miktarı 315.426 flori altını idi. Bu halife, Haremeyn sakinlerine ve oranın ziyaretçilerinin yoksullarına bu miktar parayı her yıl göndermeyi âdet edinmişti.
Fâtimîler (909-1171) Hicaz’ı kendilerine bağlamak amacıyla Haremeyn’e para göndermişlerdir. Eyyûbîler (1174-1250)’den sonra, Mısır’ı ele geçirmiş olan Memlûkler (1250-1517), Hicaz halkının sempatisini kazanmak için her sene Harameyn’e bir miktar zahire göndermişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu, bir imparatorluk olmakla beraber, hiçbir zaman emperyalist de olmamış, feth ettiği veya gittiği yerleri sömürmeyi düşünmemiştir. Aksine buralara, kendisinde olan her şeyi vermiş, kendi Anayurdu, çekirdeği olan Anadolu’yu ihmal bahasına oraları imara çalışmıştır. Bunun da sebebi, ele geçirilen Hıristiyan veya İslam ülkelerini birer vatan olarak benimsemeleri, oraları birer koloni olarak görmemeleri, buralarda yaşayan halka adalet, düzen götürmek istemeleridir. Çünkü İslam hükümdarları Allah’a karşı sorumludurlar. Halka sulh, sükûn ve adalet götürmek de Allah’ın emridir.
Hicaz bir vilâyet, Mekke de bir emirlik idi. Vilâyetin, mülkiye teşkilatının ve orada bulundurulan askerî birliklerin masraflarını, kendi bölgelerinin gelirlerinden temin etmesi ve emirliğin de, bağlı bulunduğu hükümete belirli bir vergiyi ödemesi akla en evvel gelecek icâbât-ı tabiiyyeden olmasına rağmen, bunun aksine, hükümet, Hicaz vilâyetinin masraflarını tamamıyla kendi üzerine aldığı gibi, emirliğe de önemli bir miktarda para ve hediyeler göndermek an’anesine tâbi bulunurdu. İşte bu para, Surre-i Hümâyûn adıyla bilinirdi.
Hazreti Peygamberin kaleminden kendine bir sorguç yaptırıp kavuğuna iliştiren Sultan Ahmed’den, Hz. Peygamberin türbesini yeni baştan yaptıran Sultan II. Mahmud’a, Peygamberinin müjdesi için İstanbul’u fetheden Fâtihten, fethedilen İstanbul’dan Peygamber köyüne ulaşan demiryolunu yaptıran Sultan II. Abdülhamid’e kadar süre gelen bir sevgi geleneğimiz vardır. Peygamberinin en ufak bir hatırasını yaşatmak isteyen bir milleti tarih bu şekilde not etmektedir.
İslâm âlemi, Osmanlıları, Batı saldırganlığına karşı kendilerini savunan tek güç olarak görmüş ve pek çok devlet Osmanlılara bağlılıklarını Devlet-i Aliyye’nin son dönemlerine kadar sürdürmüştür. 1517 yılında Yavuz’un Kahire’de bulunduğu bir dönemde bir Portekiz donanması Mekke’ye saldırmak için Kızıldeniz’e girer. Mekke Şerifi tepelere kaçmaya hazırlanırken Hicaz halkı Osmanlı Amirali Kaptan Selman Reis’ten kendilerini yalnız bırakmaması için yardım isterler. Selman Reis, Mekke’nin iskelesi olan Cidde’yi Portekizlilere karşı savunarak onların kaçmasına sebep olmuştur.
Yavuz Sultan Selim, Akdeniz donanması haricinde Süveyş’te Kızıldeniz donanması hazırlanması emrini vererek Kızıldeniz’de Osmanlı hâkimiyetini tescil ettirir. Artık Portekizliler ne Kızıldeniz’e girebilecek, ne de Cidde’ye Mekke’ye saldırabilecektir. Akdeniz’de ve Ege’de Rodos, Kıbrıs ve Girit’in fethedilmesinde, bu adalarda yaşayan şövalye ve korsanların hac gemilerine saldırmalarının büyük tesiri olmuştur. Hindistan’dan gelen hac yolcularına Portekizlilerin saldırmaları üzerine Kızıldeniz ve Akdeniz’in birleştirilmesi için Süveyş Kanalı’nın ilk açılma çalışmaları da bu dönemde yapılmış ancak muvaffak olunamamıştır.
1917’lerde bu topraklardan mukaddes beldelere son Surre alayı yola çıktı ve o gün bu gündür Surre alayı bu coğrafyada görülmez oldu. Doksan yılı aşkın bir süreç öncesinde evvel İstanbul’dan Mekke’ye uzanan bu gönül köprüsünü bir makalenin sayfaları, satırları içerisinde yeniden kurmak o şaşalı günleri, o görkemli yılları yeniden yaşamak; o yılların hatırasını Surre alaylarının heyecanıyla bir nebze olsun yaşatmak maksadıyla bu yazımız kaleme alınmıştır. Surre ile alakalı hatalı bilgiler bir yana en büyük noksanlığımız kültürümüzün bu mühim öğesini gelecek kuşaklara aktarmakta ve günümüz insanına öğretmekte geç kalmış olmamız olsa gerektir.
Surrenin anlamı; “içine akçe konulan kese” iken; yüzlerce yıl içinde ayrılık çeşmesi, hacı kervanları, mahmil alayları, feraşet çantaları, Medine-i Münevvere’nin tozu toprağı, hacıların sevinç gözyaşları, tarihsiz ıtır kokuları, mevlid-i şerifler, top sesleri, bir bir çileli yolculuklar, ibadetler, dualar ve daha nice güzelliklerle çoğalıp zenginleşmiştir. Surre, padişahın mektubunu (Nâme-i Hümâyûnu’nu), Arafat’ta hac vazifesini tamamladıktan sonra Mina’da bayramlaşmaya duran hacılara ulaştırmak ve bu bayram sevincini bütün dünya Müslümanlarıyla paylaşmak isteğidir.
Fethinin ardından Osmanlı imparatorluğu’nun başkenti olan İstanbul’da Surre alayının hazırlanması ve yola çıkması, zaman içinde şehrin en renkli geleneklerinden biri haline gelmiştir.
Mekke ve Medine’nin kutsallığına inanan Osmanlılarla İslâm hükümdarları, bu kutsal yerlerde oturan fakirlerle (Çöl Arapları, Urbân), Haremeyn-i Şerifeyn’de hizmet eden imam, müezzin, kayyım, ferrâş vesaire din görevlilerine Mekke ve Medine emirleri ile diğer görevlilere ve delillere her sene hac mevsimi yaklaşınca çeşitli hediyelerin yanı sıra paralar göndermişlerdir. Bu davranışları bu yerlere olan sevgi ve saygılarından doğmakla beraber, aynı zamanda kendilerinin şan ve otoritesini (saygınlığını) de simgeliyordu. Bu ikinci hususun, siyasî yönden ayrı bir önemi vardır. Surre demek, aynı zamanda kâbe örtüsü, Kisve-i Şerif (sitare, pûşîde) demektir. Kâbe’nin yeni örtüsüne kavuşmasıdır. Yıl boyunca inceden inceye göz nuru ve dualarla örülen Kâbe örtüsü, yani Kisve-i Şerif, Surre kervanının her yıl taşıdığı mukaddes emanetlerden biri olur. Kervanda başka örtülerde taşınmaktaydı. Yine kervanda Mekke’de, Medine’de yaşayan akrabalara gönderilen hediyeler de vardır. Deriden yapılmış Ferâşet çantalarında taşınan emanet, Haremeyn’in temizliğini yapan mü’minlere ulaşır, Hicaz toprağından kopamayan anneler, babalara, eşe-dosta selamlar, mektuplar, havadisler yollanır.
Surre-i Hümâyûn’un gönderilmesindeki en mühim hadise, Surre Alayı törenleridir. Padişah, Sadrazam ve diğer devlet ricâlinin katıldığı bu törenler, 1864’e kadar Topkapı Sarayı’nın Has Bahçesinde, o tarihten itibaren Dolmabahçe Sarayı önünde yapılmıştır. Halktan büyük bir coşku ile bu törenleri izleyenler olduğu gibi, törene katılanlar da olurdu. Bu törenler, İstanbul’un Üsküdar yakasında tekrar edildikten sonra Alay yola çıkardı.
Surre alayının İstanbul’dan yola çıkması sırasında yapılan tören de son derece renkli idi. Kutsal topraklara gidecek hediyelere İstanbul halkı da katkıda bulunurdu ve surre alayı saraydan çıktığında muazzam bir halk kitlesi onu seyretmek için sokaklara dökülürdü.
Günümüz İstanbul’unda yaşatılan pek çok folklorik öğe ve müzelerimizde saklanan Kutsal Emanetler surre alayı geleneğinin bir uzantısıdır.
Bu alay ile gönderilen hediyelerin taşınması için “surre devesi” denen bir deve özenle süslenir, Kabe Örtüsü (sitâre, kisve, pûşîde) ve Kabe’nin altın yağmur oluğu (mızâb-ı rahmet), bölge halkına gönderilen hediyelerle birlikte bu deveye yüklenirdi.
İstanbul-Şam (Bağdat-Hicaz) yolunun ilk menzil noktası olan Ayrılık Çeşmesi XVII. yüzyıl başında Kızlarağası Gazanfer Ağa tarafından bir namazgâhla birlikte yaptırılmış, Osmanlı tarihine damgasını vurmuş meşhur bir mekândır.
Surre alayı ile Üsküdar’dan ayrılan hac yolcuları, Anadolu’dan Şam’a, Medine’den Mekke’ye kadar dualarla yol alırlar ve ibadet neşvesi içinde menzillerinden asla geri kalmak istemezlerdi. Gittikleri yerlere de çil çil altınlar serpen bu dua kervanının tek bir maksadı vardı. Hiçbir kimseye ve hiç bir beldeye külfet etmeden Allah’ın davetine koşmak, yeryüzünün merkezi Kâbe’ye sağ salim ulaşmak... Onun için bu kutlu kervan geçtiği her şehirde, ziyaret ettiği her beldede, sevinçle karşılanır ve hürmetle uğurlanırdı.
Surre Alayının ve seferden dönen orduların payitahtı (başkenti) ziyarete gelen önemli misafirlerin karşılanma mekânı olan Selam Çeşmesi ise yine Bağdat Yolu üzerinde, biraz daha ilerdedir.
“Mekke ve Medine’ye her yıl gönderilen para ve hediyeler” şeklinde tanımlayabileceğimiz Surre, Osmanlı Devleti’nin hazinelerinden büyük harcamaları gerektirmiştir. Önceleri düzensiz ve güzel bir âdet niteliğinde olan Harameyn’e Surre gönderme geleneği, Yavuz’la birlikte her yıl gönderilmesiyle süreklilik ve resmiyet kazanmış, sonra da Kanunî devrinde Surre gönderme olgusu zirveye çıkmıştır.
Surre konusunun dayanağını teşkil eden Surre Defterleri’nin, ait olduğu dönemin ekonomik durumunu aydınlatması bakımından ayrı bir önemi vardır. Bu açıdan bakıldığında, Surre konusunun, iktisat tarihi ile uğraşanları yakından ilgilendirmektedir.
Surre alaylarının teşkil edilmesi bu alaylarla gönderilecek para ve hediyelerin nerelere ne miktarda ulaştırılacağı, ulaştırılan hediye ve paraların kimlere verileceği gibi hususlar Surre defterlerine işlenmiştir. Bugün pek çoğu Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde bulunan bu defterler, surenin hangi yılda, nereden nereye ve ne miktar gönderildiğini; gönderildiği bölgede sureden kimlerin ve hangi zümrelerin ve ne miktar pay alacaklarını gösteren defterlerdir. Bu defterler, 1601-1909 yılları arasını kapsayan 4170 adet defteri içeren bir katalogda toparlanmıştır. Surre defterleri hac yolunda kafilenin salimen gidip gelmelerine yardımcı olan oymakların isimlerini ve aldıkları yardım miktarlarını belirten bir tür dağıtım (tevziat) defteri özelliğini taşımaktadır.
Osmanlı Devleti, an’aneye ve eldeki vakıflara uymak suretiyle her sene Surre’yi düzenli olarak göndermiş bin bir güçlük ve darlık içinde bile buna riâyette kusur etmemiştir. Özellikle Sultan Abdülmecid döneminden itibaren sık sık yaşanan ekonomik buhranlara rağmen surre gönderme âdeti asla terk edilmemiş, Avrupa gazetelerinde Osmanlı Devleti’nin surre gönderemeyeceği yönündeki iddialara, dönemin resmi gazetesi olan Ceride-i Bahriye’de sık sık çıkan haberlerle cevap verilmiştir. Mekke’ye değin Surre gönderilmesi, I. Dünya Savaşı içinde Mekke Emîri Şerîf Hüseyin Paşa (1853-1931)’nın 1334/1916 senesinde isyan etmesinden bir yıl evveli (1333/1914-15)’ne kadar devam etmiş ve sonra Medine’ye ve 1335/1916-17 senesinden itibaren zevâhiri muhafaza için Şam’a kadar gönderilmiş ve tabiî olarak orada kalmıştır. Buna rağmen son Osmanlı hükümdarı Mehmed VI. (Vahdeddin) (1918-1922), Arabistan ve hatta Suriye ve havalisinin elinden çıkmış olmasına rağmen, Halife sıfatıyla yine eskisi gibi gönderilmesini irade eylemiştir. Son halife Abdülmecid Efendi, 1923-1924 yıllarında bu surre geleneğine son vermiştir.
Surre-i Hümâyûn’un güvenlik ve esenlik içinde mahalline ulaştırılması, Surre Emini denilen kişinin görevidir. Kafilede bulunan Cürde askeri dediğimiz görevli güvenlikten sorumlu idi ve hafif süvari askeri idi. Bu görevli, Surre törenlerinden hemen sonra İstanbul’dan ayrılır, Surre Emânetlerini Haremeyn’de ilgililere teslim eder ve hac farîzasını da yerine getirdikten sonra geri dönerdi. O zamanlar surre eminliğinin bir çok talibi bulunduğundan, bir sene subaydan, bir sene mülkîyeden (ilmiye) olmak üzere iki meslekten; doğruluk ve dindarlıkla tanınmış kişiler arasından dönüşümlü olarak (münâvebe ile) surre emini seçilir (intihâb) ve tayin edilirdi. Surre emini kervanın en başında, elinde Nâme-i Hümâyûn’la yürür, menzilleri dualarla alaylarla gelip geçer. Hızla gelip geçer Üsküdar’dan, Rodos’tan, Beyrut’tan, Şam’dan, Hicaz’dan... Anadolu’da, Şam’da, Kudus’te, Mekke’de, Medine’de gittiği her vilâyette Surre’leri birer birer sahiplerine dağıtır. Hâdimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn olan Osmanlı Padişahı ve İslam Halifesi adına yol alır ve hürmet görür. Surre emininin bir kethüdası, bir katibi olurdu. Bunlarda irade ile atanırlardı. Bunlardan başka saraydan hazine muhafızı, haftan ağası ve müjdeci başı ünvanları ile üç memur seçilir ve gönderilirdi. Evkaftan da bir imam yanlarına katılırdı.
Akkâmlar da surrenin önemli bir unsuru idi. Surre emininin evini süslerler, bu evin önünde ve yollarda davul ve nakkâreler çalarak bir çok oyunlar oynar ve hünerlerini gösterirlerdi. Şam ahalisinden olan bu akkâmlar surre ile beraber gidip gelirler. Yollarda surrenin ve hacıların her işini gören kimselerdir: Bunlar da tahtırevancı, mahveci, hazineci, çadırcı, meşaleci ve saka denen altı kısma ayrılır. Hepsinin başı olan, emreden, sorumu kişiye de Akkambaşı denirdi.
Surre kafilesinde mütehassıs (uzman) doktorlar (tabîb-i hâzık) ve ecza (ilaç) sandıkları bulunuyordu. Ayrıca kafileyi bulaşıcı hastalıklardan korumak için, şüpheli kişiler, gemiler ve mallar geçici olarak tecrit ediliyordu. Hacılar temizlendikten (tathir olunduktan) sonra yani bir nevi karantina (tahaffuzhane)’ya alınıyordu.
Surre kervanı her yıl ramazandan önce İstanbul’dan, Saray-ı Hümâyûn’dan yola çıkmış ve Mekke’ye kadar uzanan kutlu yolculuğunu Kurban Bayramı ile tamamlamıştır. Karadan develerle, denizden gemilerle, demiryollarından trenlerle geçip giden kervanın, yüzyıllardır sevgi ve kardeşliğe büyük katkıları olmuştur.
Farklı coğrafyalardan ve farklı meşreplerden gelen Müslümanlar bu kervanla kaynaşmış ve yekvücut olmuşlardır. Elbette Surre kervanlarının bedevilerin tacizlerinden nasibi alacak kadar uzun ve problemli yolculukları da olmuştur.
Surre Alayı’nın yolu, zaman zaman değişikliğe uğramıştır. Elimizdeki belgelere göre bunu; biri Tanzimat’tan evvel, ikincisi sonra olmak üzere belli başlı iki kısma ayırmak mümkündür. Tanzimat’tan evvel hatta ondan bir müddet sonraya, 1281/1864 senesine kadar Surre Alayı, karadan katır ve develerle gönderilmiştir. O tarihten itibaren denizden vapurla gönderilmeye başlanmış ve bu durum 1908’lere değin sürmüştür. 1908’den sonra Hicaz Demiryolu’nun yapılmasıyla da Surre, trenle gönderilmiştir. Alay, Şam ve Mekke’ye ulaştığında, buralarda ayrı ayrı karşılama törenleri yapılmaktadır. Alay’ın sağlık ve esenlik içinde İstanbul’a dönmesi münasebetiyle de, İstanbul’da yine törenler yapılırdı, mevlid okunurdu. Bu törenlere mevlid alayı denirdi.
1253/1837 yılında karayolu ile hacca gidiş gelişte surre emini tarafından kaleme alınan yolculuk masraf defterine göre, İstanbul/Taksim - Kartal’dan hareket eden surre alayının, bir başka deyişle Hacc Kervanı’nın, Mekke’ye kadar gidişte, şu güzergâhı tâkip ettiğini görüyoruz. Kartal - Gekbûze (Gebze) - İznikmîd (İznik) – Sabanca – Akhisar - Lefke (Osmaneli) – Vezirhan – Söğüd – Eskişehir – Seyyidgâzi - Hüsrev Paşa Hanı - Bayat-Bolavadin – İshaklu – Akşehir – Ilgun – Lâdik – Konya – Şevmere – İsmil - Karapınar-Ereğli – Ulukışla - Nikhan - Gülek Boğazı – Kuzuluhanı – Kütüklü – Adana – Misis - Kurt Kulağı-Payas - Balan (Belen) – Antakya - Hacı Paşa Mezra’ası - Şuğul (Şuğur olması gerekir) - Madik Kal’ası – Hama – Hums - İki Kapulu Han-Nebk (Benik) - Kudeyfe-Şam-ı Şerif – Muzayrib -Ma’an - Âsî Hurma - Pulka-i Mu’azzama – Cudeyre - Bedr_i Huneyn – Râbiğ – Medine-i Münevvere ve Mekke-i Mükerreme.
1307/1889 tarihli Sülkeyman Şefik Söylemezoğlu’nun Hicaz Seyahatnamesi isimli eserine göre İstanbul Dolmabahçe Sarayı’ndan çıkan ve deniz yolu ile giden surre alayının Beyrut’a kadar uğradığı yerler ve adları şöyledir: Beşiktaş - Paşakapısı (Üsküdar) – Harem – Gelibolu – Çanakkale – Bozcaada – Midilli – Sakız – Sisam – Rodos – Kıbrıs - Beyrut.
Surre Emini Memduh Bey’in 1335/1916 tarihli Sultan Reşad’a sunduğu bir rapora göre, trenle giden surrenin yolu şöyledir: Haydarpaşa – Konya – Halep – Şam - Der’a – Medine - Mekke.
Mekke ve Medine’ye Surre göndermenin en başta gelen amaçlarından biri, bu kutsal beldeye olan saygıyı kanıtlamak ve iyiliğe karşı Allah tarafından verilecek mükafâtı kazanmak amacına yöneliktir. Surre ve Mahmil göndermenin ikinci bir amacı, Muhtelif İslam Devletleri’nin bağımsızlık ve hükümranlık iddialarını sembolize etmesidir. Bu anlamı ile Surre ve mahmil gönderme görevi, tarihi bir kıymet ifade etmektedir. Çünkü siyasal değişmeleri ve asırlar boyunca vuku bulan rekâbetleri aksettirirler. Surre ve Mahmil göndermek suretiyle, şeriflere, otorite ve koruyuculuk sıfatlarını kabul ettirmek isteyenler meydana çıkmış, çok geçmeden onların yerini başkaları almıştır. Yolların güvenliğini sağlamak ve Çöl Araplarının (Urbân’ın) Hacc kafilelerini vurmalarını önlemek için de Surre gönderilmiştir. Hacc yolu üzerindeki bu gibi kâbilelerin özel Surre’leri vardı. Buna Urbân Surresi denirdi. Mekke ve Medine’ye Surre gönderilmesinin dolaylı yoldan bir diğer gâyesi de, Osmanlı Devletindeki saltanat değişikliğinin Haremeyn sakinlerine duyurulmasıdır: Mehmed III. zamanında, Kahire’de Kâbe örtüsü gönderileceği gün, tören sırasında bu padişahın vefat ederek yerine Ahmed I.’in geçtiği haberi gelmiş, bu padişah değişikliği üzerine, padişah isminin değiştirilmesi zarurî olduğundan Mehmed III.’in isminin yerine Ahmed I.’in adı işlettirilmiştir. Ayrıca, Osmanlı hükümdarlarının her birinin tahta cülûslarında yeni padişahın hükümdarlığının, Nâme-i Hümâyûn’larla civar ve komşu ülkelere doğrudan duyurulduğu bilinmektedir.
Surre, Mekke ve Medine’de, Surre ve hacı sadakası ile geçinen, bütün yıl hiç çalışmayan bir zümrenin doğmasına da sebep olmuştur. Böylece bu iki şehir, hatta bütün Hicaz, tüketici bir bölge haline gelmiştir. Bu husus, bölgedeki Arap toplumu üzerinde Surre’nin olumsuz etkisidir.
Surre, Mısır Hazinesi’nden ve Haremeyn Evkafı’ndan tayin edilirdi. Bunlardan başka Sultanlar, kadı efendiler, paşalar, vezirler, zengin kişiler (hayır sâhipleri) de katılırdı. Devamlı bir şekilde Devlet gelirlerinden alınan paralar, Mısır Hâzinesi ve Sultan Atiyyesidir. Mısır Hazinesi ise, Osmanlı Devlet Hazinesini oluşturan iki hâzineden (Enderûn ve Birûn) Enderûn Hazînesi’ne tâbidir. İşte Surre, Enderûn dediğimiz bu “İç Hazîne”den ayrılmaktadır. 1587’de Haremeyn Evkaf Nezâreti’nin kuruluşuyla, bu nezâretin yönetimini ellerine alan Dârü’s-Saâde Ağaları tarafından, tayin olunan surrelerin, Evkâf Nezâreti’nden tahsîli cihetine gidilmiştir. Sultan ve diğer kişilerin vakıfları Surre’nin esasını teşkil etmektedir. Bunlar da han, hamam, dükkan, imâret ve bazı köylerin evkâfından alınan irâdlardır. Bütün bu para ve hediyeler, Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli yörelerinden gönderilmiş olup, İstanbul’da toplanarak Surre Alayı ile birlikte Hicaz’a giderdi.
Hz. Peygamberin Hırka-i Saâdeti’ne dahi asırlarca gösterilen ihtimam dikkate alındığında, bu milletin Mekke ve Medine’ye yaptıkları hizmetler daha iyi anlaşılacaktır. Mekke’yi korumak için yapılan Ecyad, Fülfül, Hind kaleleri, Medine’ye yapılan surlar, Haremeyn’e yapılan onca karakolhane, kışla, bu muhafaza duygusunun birer timsalidir. Onca hastahane, misafirhane, hacılara yardım için çabalayan Osmanlı eserleridir. Medine’de Cennetü’l-Baki’ye, Mekke’de Cennetü’l-Mualla’ya yaptırılan kubbeler Hz. Peygamberin ve dört halifenin evlerinin korunması Asr-ı Saâdet’teki hatıraları yaşatan mescidlerin ayakta tutulması hep bu sevginin gereğidir. Osmanlı Padişahı ve halkı tarafından gönderilen para ve kıymetli eşyaları Mekke ve Medine’ye götüren Surre alayı, âdeta Haremeyn’in Hâdimi olmanın ete kemiğe bürünmüş hali gibidir. Gönderilen paralarla hac yolu üzerinde doğru dürüst geçim kaynağı olmayan ve eşkıyalık yapmaya müsait insanların şakîlik yapmalarına mâni olunarak, hac kervanlarının güven içerisinde yüzyıllarca gidip gelmeleri sağlanmıştır. Aç insandan her türlü zararın gelebileceğinin farkında olan bir medeniyet, gerek imarethaneler gerekse sadaka taşları gibi pek çok sosyal müessesesiyle sosyal barışı sağlarken öte yandan da hac yolunun emniyeti için tehlikenin baştan çözülmesi yoluna gitmiştir. Hac yolu üzerinde zaman zaman nahoş hadiseler cereyan etmişse de yüzyıllarca süregelen bir yolculukta bu vakalar istisna kabilindendir.
Mekke ve Medine’nin onarım ve bakımı; Sultan bağışlarıyla yaşayan çeşitli Arap göçebelerinin iâşeleri, İstanbul’dan Mekke’ye ulaşan yolun bakım ve onarımı, Şam’dan Medîne ve Mekke’ye kadar suyollarının, su ve yiyecek depolarının onarımı, Surre Emini tarafından her yıl götürülen büyük paralar ve hediyeler, Mısır ve Suriye’den temin edilmesi gerekli hubûbat, Cidde ve civarının kamu gelirlerinin kullanımı ve nihayet bir muhâfız birliği eşliğinde, Arap çöllerinde hacıları götürmek için görevli Şam Paşa’sının yürüyüşü, vakıf medreseler, gönderilen yazma eserler, bütün bunlar İmparatorluk hazinesine her yıl çok büyük masraflara yol açmıştır. İstanbul’da törenler için yapılan giderler de bunlara eklendiğinde, masraflar daha da artmaktadır. Anadolu’dan binlerce kilometre uzaktaki bu topraklara yapılacak imar faaliyetlerinde bölgede yeterli sayıda mühendis ve işçi bulunmayışı, nakliye masrafları, bölgenin iklimine uygun bina yapılmasının güçlüğü gibi zorluklarla karşılaşılmıştır. Bütün bunlara rağmen Haremeyn’in kutsiyetinden dolayı yapıların en kaliteli malzemeden inşası için elden gelen bütün fedakârlık yapılmış, bazı malzemeler Anadolu’dan kilometrelerce yol alarak mukaddes beldelere ulaştırılmıştır.
Sosyal, ekonomik ve siyasî yönleriyle surre, Osmanlı toplumu içinde son derece ilgi çekici ve canlı bir kurum olma niteliğini taşımaktadır. Türk-Arap ilişkilerini kapsar. Bu ikili ilişkilerin şimdiye değin istenilen şekilde gelişememesinin ana sebebi, yanlış bir kültür anlayışından ve temelsiz tarih bilgisinden kaynaklanmaktadır.
İşte, işlemeye çalıştığımız surre konusundan da anlaşılmaktadır ki,
Osmanlılar, Arap ülkelerini sömürme ve koloni haline getirme gibi, herhangi bir emperyalist düşünce ve teşebbüse aslâ sahip olmamışlardır. Esasen, Osmanlı Devletinin devamlı olarak güttüğü politika, yönetimi altında bulunan değişik din, mezhep ve ırklara mensup insanları sömürmek değil, aksine onlara hizmet etmekti. Nitekim, doğu ve batıdaki günümüze ulaşan, Osmanlı Devri tarîhî eserler, bu fikrimizi desteklemektedir. Türk-Arap ilişkilerini, ortak din ve kültürün toplayıcı ve birleştirici etkisi altında, tek bir vücut imişçesine, kardeşçe, eşit düzeyde ortak bir yaşam, hatta özveri simgelemiştir. İçinde bulunduğumuz XX. yüzyılda bile, uluslararası ilişkilerde böylesine bir hoşgörü ve özveri düzenine rastlamak güçtür. Türk-Arap yakınlığının köklerini ortak kültürde, benzer âile yapısında ve ortak paylaştığımız birçok sosyal değerlerde bulmak mümkündür. Biz, hepimiz, ortak değerleri olan bir medeniyeti oluşturmaktayız. Bu medeniyet, İslam Medeniyetidir ve Türklerle Araplar arasında mevcut en kuvvetli bağdır.
Türkler, Araplar ve diğer Müslümanlar, tarihimizi, toplumlarımızın görgü ve yaşayışını, başkalarının, yani Batılıların gözü ile görmekten vazgeçerek, kendi ölçülerimiz ve değerlerimiz açısından ele alarak, o şekilde incelememiz ve anlamamız gerekmektedir. Bunun zamanı, çoktan gelmiş ve geçmektedir. Aksi takdirde oryantalistler kalkıp da: “—Osmanlılar eski Arap ülkelerini sömürge yaptılar, sömürdüler” dedikleri zaman, buna kimi bilim adamları bile inanabilmektedir. Hiçbiri kalkıp da: “—O devirde sözü edilen ülkelerde sömürülecek ne vardı? Hangi servet kaynakları mevcuttu da sömürüldü? Petrol mü?” diyemiyor. Hiç kimse: “—Osmanlılar almadılar, üstüne üstelik asırlarca hep verdiler diyemiyor. “—Hangi sömürgeci devletin parlamentosunda sömürge milletvekilleri bulunur? Avam kamarasında Hindistan mebusları var mıydı? Fransa Millet Meclisi’nde Çin Hindi temsil ediliyor muydu? Ama açıp bakın, Osmanlıların Mebusan Meclislerinin listelerini: ... Sömürge olduğu iddia edilen tüm bu Arap ülkeler, her sancağı ile Anavatan gibi kendi milletvekilleri tarafından temsil edilmişlerdir” demiyor. Osmanlı bütçelerine, “sömürge” denilen eyâletlerin gelirlerinden, —onlar için— üçer, dörder kat fazla ödenekler konulmuştur.
Ne zaman Türk-Arap ilişkileri gündeme gelse, birçoğumuz ve özellikle yetkililerimiz, hemen tarihî bağlardan söz etmektedirler. Bunun anlamı: Arapların yüzyıllar boyu Osmanlı hâkimiyetinde yaşamalarıdır. Birçok Arap aydın ve milliyetçisinin, bu tarihî bağları artık anımsamak istemediğini unutmamalıyız. Daha önce de değindiğimiz gibi, ilişkilerimizde, manevî ve kültürel bağlar unsuru, her halde tarihî bağlardan çok daha yakınlaştırıcı olabilir.
Osmanlı Devleti’nin, idari işlerde kullandığı dilin Türkçe olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak, Arap ülkelerinde geniş çapta Arapça da kullanılmış ve böylece Arapça’nın gelişmesi sağlanmıştır. Başbakanlık Arşivi’ndeki (Hicaz’a gönderilen) Nâme Defterleri, Arapça “Nâme-i Hümâyûn” örnekleri ile doludur. Dört yüz yıllık bir süre ile Türkler ve Araplar öz dillerini ve millet olarak ayrı benliklerini korumakla beraber, tek bir devlet içinde birleşerek siyasal bir bütün, bir vahdet içinde yaşamayı başarmışlardır. Bu durum, inkâr edilemez bir gerçektir.
Çalışmalarımız sırasında dikkatimizi çeken bir husus da şudur: Osmanlı Padişahlarından hacca giden hiç kimse olmamıştır. Buna sebep, bu iş o vakitler aylarca zamana mütevakkıf olduğu için, herhalde vakit ayrılamamasıdır. Son padişah VI. Mehmed Vahdeddin, hükümdarlıktan düştükten sonra Hicaz’a gitmişse de, haccetmemiştir. Diğer hiçbir padişah, değil hacca gitmek, Hicaz’a ayak bile basmamışlardır. Yavuz bile Hicaz’a ayak basmamış, Hicaz’ı Mısır’dan fethetmiştir. Şehzadelerden yalnız Sultan Cem haccetmiştir. Hacceden başka hiçbir şehzâde yoktur. Kanaatimiz, padişahların, devletin başından ayrılmalarının, devletin güvenliği açısından sakıncalı olacağı düşüncesiyle padişahları, bu görevden alıkoyan bir fetvanın verilmiş olabileceğidir.
Prof. Dr. Münir Atalar’a katılımlarından dolayı İLESAM Haysiyet Kurulu Başkanı Hanifi Işık tarafından bir Teşekkür Belgesi takdim edildi.
Selahattin Dündar’ın (Âşık Dündar) sunumuyla devam eden “Şiir Dinletisi” birbirinden güzel şiirlere ev sahipliği yaptı.
Dinleti de Hz. Muhammed, bahar, gözler, anne, Kerkük, direniş, huzur, Yozgat, şehit, vatan, Türkiye, şiir, sevgi, gönül temalı şiirler güne güzellik kattı.
Etkinliğe Hanifi Işık, Sevinç Doğancan Güven, Bekir Yeğnidemir, Musa Ay, Münir Atalar, Nehir Erkan, Aida Zeynalova, Orhan Vergili, Tülin Hatun Şenel, Merih Baran, Halil Yazanel, Orhan Altun, İbrahim Yaman, Nevin Balta, Ahmet Kınık, Nurettin Gür Ozanoğlu, Niyazi Bali, Songül Dündar, Sibel Unur Özdemir, Ali Kemal Parıldar, Cahit Karaç, Hüseyin Ünlü, Seyfettin Çoban, Abdurrahman Küçük, Mehmet Tamer, Bayram Yelen, Ozan Elifçe, Mehmet İleri, Hüseyin Gürsoy, Ali Haydar Karahacıoğlu, Fevzi Gökalp, Şükrü Kaya, Hayrettin Gültekin, Durak Turan Düz, İbrahim Aydoğan, Mahir Ünat, Âşık Dudai, Murat Duman, Anbar Silaoğlu da katıldı.
Güzel bir Cumartesi etkinliği daha anılardaki yerini aldı.
İLESAM Şiir Dinletilerimize şiire, sanata ve kültüre gönül veren herkesi- üyemiz olsun veya olmasın-bekliyoruz. Unutmayın!
Haber Metni: Sibel Unur Özdemir
Fotoğraflar:Sibel Unur Özdemir & Orhan Vergili
TÜRKİYE İLİM ve EDEBİYAT ESERİ SAHİPLERİ MESLEK BİRLİĞİ
İLESAM GENEL MERKEZİ
Adres
:
İzmir 1.Cad. No: 33/16 Aydın Apartmanı, Kat:4 Kızılay / ANKARA
Tel
0 312 419 49 38
Faks
0 312 419 49 39
Web
www.ilesam.org.tr
E-Posta
Adınız Soyadınız
Girilecek rakam : 784176
Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.